Çıraklık yıllarının ardından Nevzat Sayın ile yeniden biraraya gelen Selin Biçer, eski 'usta'sına, mimarlık dünyası ile ilgili aklına takılanları sordu. İşte aldığı yanıtlar...
* * *
Ben bir çıraktım, köşede oturmuş saygıyla ustasını dinleyen ve her hareketini izleyen…
Bu yazıyı eski çırak ile ustasının bir sohbeti olarak okuyun lütfen… Eski çırak öğrenmeye başladı ve kafasında sorular belirdi. Hemen ustasının yanına koştu, bu sefer karşısına çıkmaya kendini daha hazır hissederek…
Selin Biçer: "Kalebodur'la Mimarlar Konuşuyor" serisinin son konuğu Prof.Dr. İhsan Bilgin'di. Bilgin, Celal Abdi Güzer ile sohbeti sırasında sizin için "sınır tanımayan mimar" dedi. Siz sınır tanımayan bir mimar olduğunuza inanıyor musunuz? Sizce mimar olmak ne demek?
Nevzat Sayın: En zor sorudan başladık… İhsan'ın sınır tanımayan diyerek ne kastettiğini bilmiyorum ama şunu söylediğini tahmin ediyorum: Mimarlık tabiatı gereği bir sürü sınır içinde dolanıp duruyor. İmar kuralları, maliyetler, arsa koşulları, yatırımcı istekleri, süre, malzemeler, teknoloji ve daha bir sürü şey söz konusu. Ama bunlar kapalı görünmekle birlikte, en azından bazı gediklere sahipler. Paradoks gibi gözükse bile bütün bu sınırları tanıyıp onların içinde davrandıkça insanın konsantrasyonu artıyor. Belki yayılamıyorsun ama derinleşiyorsun, zihnin yatayda büyümek yerine aşağıdan yukarıya ya da tam tersi ama derinlemesine bir büyümeyi gerçekleştiriyor. Yeni şeyler ortaya çıkarmak ve her seferinde tam da o konuya ilişkin bir şeyle uğraşmak için gerekli olan konsantrasyonu sağlıyor. Sınırları yatayda bir etki olarak kabul edip sıkıştırılınca sen de aşağıya ve yukarıya doğru uzamaya başlıyorsun.
Bunu yapabilmek için hep bir delik ya da gedik buluyoruz. Bu yüzden de yaptığımız şeyler kurallara en az bir yerinden uymuyor. Bunu bir marifet değil, çaresizlikle gelinmiş bir nokta olarak söylüyorum. Bütün kuralları yerine getiren bir işimiz yok. İhsan'ın bunu kastettiğini düşünüyorum ve evet, bunu bir övgü olarak kabul ediyorum.
Mimarlık nedir diye sormuştun, değil mi?
Mimar olmak nedir diye sormuştum aslında…
İşte bu olmak! Benim için mimar olmak demek biraz da bu olmak demek. Bütün sınırları tanımaya ama bunların nasıl aşılabileceğini de bulup çıkarmaya dayalı bir şey… Bir süre sonra bu ayrıcalık insana bir sürü cinlik yapmak için bir olanak sağlamaktan çok yaratıcılığını tetikleyen bir olgu haline geliyor. Tamamen ihtiyaçlar doğrultusunda başlıyor; kuşkusuz programın, yerin, sürenin ve bir yığın girdinin sana dayattığı şeylerden yola çıkarak bir sürü çözüm bulunabilir. Ama bu parametrelerin içerisine mimarın kendisi de giriyor. Bu yüzden ürettiğin yapı ya da mimarlık diğerlerinin yaptığından daha farklı oluyor ve dozu sana bağlı olarak senin yapın olmaya başlıyor. Bence mimar olmak biraz da böyle bir şey; sınırları görüyorsun, kabul ediyorsun ama ihlal de ediyorsun. Tam İhsan'ın değimiyle "kurallar ve ihlaller" aralığında gidip geliyor…
Sizi biraz tanıyorsam ve yaptığınız işleri biliyorsam burada bazı şeyleri atladığınızı düşünüyorum. Bu sınırlamalar ve onun eksikliklerinden yararlanıp yaratıcılığınızı tetikleyen bir şey olmasının ötesinde ben mimarlığınızda başka şeylerin olduğunu görüyorum.
İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlıkta Tarih, Teori ve Eleştri Yüksek Lisans programında geçen dönem Doç. Dr. Tansel Korkmaz ile yaptığımız Le Corbusier tartışması sırasında, Maison du Brésil'in Yahşibey'deki yapılarınızla arasındaki biçimsel benzerliği fark ettim. Bu yapıdan haberdar olmadığınızı düşünmüyorum. Mimarlık tarihini iyi bildiğinizi ve bildiklerinizi iyi bir şekilde sentezlemiş olduğunuza inanıyorum…
Maison du Brésil, Le Corbusier
Bu söylediğin yapıların ortak paydası Akdeniz ve buradaki ön bilgi Le Corbusier'in daha önce "bu"nu yapmış olması ama unutma ki gelenek Le Corbusier'den önce vardı. Buradan tekrar ortak paydaya dönersek, bugün Akdeniz'de hem geleneği hem de Le Corbusier'i tanıyan bir dünyanın içine girmiş oluyoruz. Benim geleneğimin içinde Le Corbusier de var, 500 yıl önce yapılmış bir yapı da... Dolayısıyla bütün bunların birikimiyle büyümüş, oluşmuş ve etrafına dikkatli bakan birinin benzemekten çekinmeden yapabilmesinin rahatlığı olabilir benim durumum. Kendime has ve sadece benim yaptığım bir şey yapmaktansa yapılagelmekte olan bir şeyin içerisine eklemlenmeyi her zaman tercih ederim. Ama bütün bunlara rağmen bu hikâyede iki katman var: Büyük ailenin bir parçası olmak ve buna rağmen kendine ait bir şey olmayı hala kotarabilmek. Belki gördüğün ve ilgi çekici bulduğun şey bu olabilir…
Yahşibey projesi, Nevzat Sayın
Sizi biraz da olsa anlamaya başladığımı hissediyorum.
Her şeyden öte anlamak çok önemli bir şey. Bir şey görüyorsun ve ne olduğunu anlıyorsun. Burada kalabiliriz ve anlamak yeterli olabilir. Anlamlandırmak ise ikinci bir kademe, yeni karşılaştığın bir şeyi eski bilgilerinin üzerinden geçirerek bir yere oturtabilme becerisi. Burada da kalabilirsin, ama bunun bir sonrasında da anlatabilmek diye bir şey var. Anlatmanın araçları konuşmak, yapmak, fotoğraf çekmek, resim çizmek gibi her şey olabilir… Ama bu süreçte hepsinin içinden geçen bir başka katman daha var: "Bizi biz yapan hikâyeler" . Görüp, anlamlandırıp anlatabilen kimse kendi hikâyesini de kurmuş oluyor. Çok kolay değil, bunu yapabilmek için bir hikâye kurma geçmişinin olması gerekli. Bir zaman sonra yapmayı öğrenip bu üç aşamayı üst üste bindirdiğinde, biri olmadan diğerinin de olamayacağı bir anlam üçlüsüne dönüşüyorlar. Böylelikle senin söylediğin "başka şeyler" böyle çıkıyor ortaya, ben de seninle konuşurken çözmeye çalışıyorum. Kendi kendine bulabileceğin şeyler değil bunlar.
Mimarlığı buradan anlatıyor olmanız beni kızdırıyor çünkü sınırlamalar ve beraberinde gelen yaratıcılıktan fazlası var mimarlığınızda. İnsanların kendilerini bolca övmekten çekinmediği bu zamanlarda bence fazla alçak gönüllüsünüz.
Hayır, bu alçak gönüllükten değil, bunun içtenlikle inandığım bir durum olduğunu düşünüyorum. Şöyle düşün, bu şekilde anlattığım bir şey var ve benim için gerçekliğin bir boyutu bu ve bu şekilde anlattıklarım büyük bütünün katmanlarından bir kısmı. Bu katmanda kendi yaklaşımımın önemli bir yanını ifade için başka bir katmanda anlatmak münasebetsizce geliyor bana. Bunu ancak bir başkası yapabilir ya da başka biri sıkıştırarak sorarsa belki söyleyebilirim.
Tamam, şimdi anladım. Biraz önce, insanın kendini anlatma biçimlerinden bahsettiniz. Bazen fotoğraf çekmek, bazen yazmak ya da çizmek… Siz bunların hepsini yapıyorsunuz.
Benim gibi operasyonel mimarlıkla uğraşan, yani ağırlıklı olarak yapıp etmek üzerine kurulu bir mimari faaliyeti olan birisi için mimarlık çok yavaş: En iyimser düşünceyle, aklımdan geçen bir şeyin aynı şekilde görünebilmesi için 5 sene gerekli. Hem proje hem de yapım süreci yavaş.
Hâlbuki insan bazı şeyleri daha çabuk görmek, gözden geçirmek ve onların üzerinden başka bir duruma geçmek istiyor. O zaman daha hızlı sonuç alınabilecek olan başka araçları kullanmaya başlıyorsun. Benim için bu araç fotoğraf. Sonuçlarını hemen görebiliyorsun, dolayısıyla hızlı bir anlatım yolu gibi düşünmek lazım mimarlık dışında ya da mimarlığın kıyısında yaptıklarımı.
Tabiatı gereği mimarlıktan tamamen farklı bir süreç, daha çok "sanat" ın alanına girerek yapılan işler. Mimarlık çoğu zaman sanata benzetilir, oysa bana göre hiç benzemez. Mimar kimi zaman bir sanatçı gibi davranıyor olabilir ama bu, mimarlığın sanat olduğu anlamına gelmez.
Ya da tam tersi. Örneğin Anish Kapoor, işlerini ortaya çıkarabilmek adına bir mimar gibi davranıyor ama değil. Örneğin, Cloud Gate işinde aslında kamusal bir mekân yaratıyordu.
Kuşkusuz heykelin mekânla ilişkisi var. Ama Anish Kapoor 'a bir iş geldiğinde, büyük ihtimalle bir mimarın baş etmek zorunda kaldığı parametrelerin birçoğuyla hiç uğraşmıyordur. Ayrıca mimar için esas problem, daha işini yapmadan inandırıcı bir ifade aracı / temsil tekniği kullanarak bir sürü kademeden bir sürü insanı ya da kurumu ikna etmek zorunda olması.
Hâlbuki sanatçıdan siparişle bir iş istense bile, başlangıçta başkalarına hiç hesap vermeden çalışmaya başlıyor ve bunu yaparken de çoğu zaman temsil tekniklerini kullanmıyor. Çünkü temsil işin kendisi oluyor, ara yüz yok. Dolayısıyla hiç benzemiyor tabiatları. Kapoor, işin mekânla olan ilişkisi nedeniyle biraz mimarca davranıyor olabilir ama bu yaptığı şeyin mimarlık olduğunu göstermez.
Benim bu araçları kullanmamın nedeni başka ifade alanlarına geçip zihnimdekini ara yüz kullanmadan ta kendisi olarak oluşturmak. Aslında yaptığım, o sırada düşünerek oluşturduğum bir iş değil, çok önceden defalarca düşünerek kurduğum bir şey. Gördüğüm ile düşündüklerim üst üste örtüştüğü için o iş çıkıyor bu aşamayı unutursak, "durduk yerde" bu işin nereden çıktığını bilemeyiz…
"Neden mimar oldum?" diye düşünüyor musunuz?
Hayır! Hiç düşünmedim. İtiraf etmeliyim ki, başka hiçbir şey olamayacak kadar mimar olduğum için seviniyorum.
Hayat tarzınız mı size mimarlık yaptırdı? Yoksa mimarlık mı hayat tarzınız haline geldi? Yumurta mı tavuktan çıkar, yoksa tavuk mu yumurtadan gibisinden bir soru oldu bu ama…
İkisi de birbirinden çıkmış olmalı… Nasıl mimar olmaya karar verdiğimi düşündüm ve buldum! Harbi Hotan'ın tasarladığı İzmir Atatürk Kapalı Spor Salonu'nu gördüğümde aklıma geldiğini hatırladım. İzmir Atatürk Lisesi'ndeyken yüzme takımının kaptanıydım. Salonun yüzme havuzunda sırt üstü yüzerken gözüm tavana takılmış ve eğrisel tavan çok hoşuma gitmişti. Antrenmanlarda çeşitli saatlerde tavanı, duvarları ve mekanı izlemeye başladım. Dışarıdan giren ışık havuzun yüzeyine çarpıp tavanda çeşitli huzmeler oluşturuyordu. Sabah ve akşam ışıklarında mekânın gölgeleri, hatta suyun rengi bile değişiyordu. Bu bana sihirli bir şey gibi gelmişti. Günlük hayatın içinde ilk defa bir mekânı anlamaya çalıştığımı hatırlıyorum. Ve hatırlayabildiğim en net anım bu. Öncesinde ise Antikite'ye dair kalıntıları görünce "Vay canına!" dediğimi hatırlıyorum. "Hangisi neyi tetikledi?" diye düşününce sadece bu nedenden dolayı gidip mimarlık fakültesine girmedim ama etkilenmiş olduğumdan eminim.
Ne mutlu size… Ne yazık ki, çoğu mimarın bir mimar olmak için sebepleri olmayabilir. En başa geri dönersek, son yıllarda meslek arsa mimarlığına indirgendi sanki…
Bunun neresi kötü? Önemli olan bunu nasıl yaptığın…
Peki, "Şuraya bir yapı yapılacaksa ben tasarlayayım da iyi olsun" görüşü hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu üzerine konuşamayacağımız kadar tuhaf bir açıklama olur. Bu ancak baştan kötü olacağı belli olan bir projenin mimarın ellerinde daha az kötü olabileceğine dair iç rahatlığı sağlayacak kaçamak bir düşünce olabilir ya da istemeden o işi kabul etmesinin vicdan azabını kendince gidermesinin bahanesini yaratabilir.
Bu arkasına saklanılamayacak kadar "ince" bir cümle. Tam tersine bazı şeyleri yapmamak, bunun gerekçelerini bulup çıkarmak, bunları deklare etmek gerek. "Yapılmamalı" demiş olduğun yerde binalar yükseliyorken sen söylediklerine devam edebilirsin. Bu çok anlamlı da olabilir.
Hiç yapılmasa daha doğru olurdu diye düşündüğüm ama proje geliştirdiğim işlerim var ama böyle bir cümle kurmak yerine daha anlamlı başka bir problemle uğraşmayı tercih ederim. Örneğin, Boğaz'a yeni bir yapı eklemek bana çok anlamlı gelmiyor, dolaysıyla bir şey yapılmasa daha iyi olur. Ama bir yalı "Bugün nasıl yapılabilir?" sorusu üzerine kafa yormak ve çalışmak içimi yakıp kavuran bir problem olabilir.
Sonraki sayfada:
Sayın'ın Malatya için tasarladığı cami ve Şehrizar Konutları...