Yaşamımızda tuttukları yer ne olursa olsun tüm bu bilgiler, yaşanmışlıklar bizi bugün biz yapan şeylerdir. Yapıyı ayakta tutan temeller gibi yaşanmışlık da belirli bir saygıyı hak ediyor.
Kırmızı Zambak* adlı eserinden:
- Cebimin içi gibi bilirim onu, çocukluk arkadaşımdır.
- Ailesini de tanır mıydınız?
- Evet, Philippe Dechartre 'ın biricik oğludur…
- Mimarın mı?
- Evet üçüncü Napoléon döneminde, Tourain'de, Orléans'da birçok şato, kilise onaran mimarın. Zevkliydi, bilgiliydi. Yalnız ve çok yumuşak bir adamdı, o zamanlar çok güçlü olan Viollet-le-Duc'e saldırma düşüncesizliğini gösterdi. Onda bulduğu kusur, anıtları, ilkel planlarına göre, aslında oldukları ya da olmaları gerektiği gibi onarmak istemesiydi. Phillippe Dechartre'sa tersine, bir kiliseye, bir manastıra, bir şatoya, yüzyılların sonradan yavaş yavaş eklediği şeylere saygı gösterilsin istiyordu. Tarihin eklediklerini, katkılarını yok etmek, bir yapıyı ilk yapıldığı duruma getirmek, ona bilgisizlikten gelen vahşet kadar tehlikeli ve bilimsel barbarlık gibi geliyordu. Durmaksızın aynı sözleri tekrarladı: "Atalarımızın taşa elleriyle, ruhlarıyla, birbiri ardından adeta kazıdıkları izleri silmek bir cinayettir. Eski üsluba göre yontulmuş yeni taşlar yalancı tanıklardır" . Arkeolog mimarın işinin, duvarları dik tutturup sağlamlaştırmaktan öteye geçmemesini isterdi. Haklıydı. Haksız çıkardılar…
Yazar roman karakteri Jacques Dechartre'ın babasından bahsederken belki de, mimarlık ve restorasyon ile ilgili düşüncelerini paylaşıyor gizliden. Eğer bu satırları karalamasaydı bu fikre kapılamazdım. Bir söyleşi sorusuna cevap verir tarzda incelikle açıklıyor bize kadar ulaşan düşüncelerini. İşte bu sebepten ben de satırları sizinle paylaşırken yazıma böyle bir başlık atma cesaretini gösteriyorum. Yazının ölümsüzlüğünü ve değerini bir kez daha içimde hissederek...
Üstelik yazarın düşüncelerine katılarak şunu eklemek istiyorum: Bazen insanlar da binalar gibi, her geçen gün bize bir şeyler ekler, eksiltir, değiştirir… Yaşamımızda tuttukları yer ne olursa olsun tüm bu bilgiler, yaşanmışlıklar bizi bugün biz yapan şeylerdir. Bunları söküp attığımızda biz, yine biz olabilir miyiz? Yapıyı ayakta tutan temeller gibi ya da zaman içinde eklenen diğer şeyler gibi yaşanmışlık da belirli bir saygıyı hak ediyor.
Birkaç sayfa sonra, kendini etkilemiş yahut hayalinde yarattığı, bir nevi mimarı olduğu yapıyı ve çevresini az önce belirttiği düşüncelerin tanığı olarak şöyle anlatıyor:
On beşinci yüzyıl Fransız mimarisine tutkun olan Philippe Dechartre burada On ikinci Louis zamanında mesken olarak kullanılan yapının özelliklerini üstün bilgisiyle yeniden oluşturmuştu. Yapımına İkinci İmparatorluk zamanın ortalarında başlanan ev tamamlanmamıştı. Bir yığın şatonun inşacısı olan sahibi, kendi fakirhanesini bitiremeden ölmüştü. Böyle olması daha iyidi. Philippe Dechartre'ın, zamanında bir seçkinliği, bir değeri olan ama şimdi sıradan ve modası geçmiş görünen bir üsluba göre tasarlanmış, bahçelerden oluşan geniş çerçevesini yavaş yavaş yitirerek şimdi yüksek yapıların duvarları arasında sıkışmış kutu gibi evi, öleli belki de yirmi yıl olmuş mimarını bekleye bekleye çürüyen taşların kabalığı, üstünkörü yontulmuş üç çatı penceresinin ağırlığı, mimarın dul karısının az bir masrafla kapattığı çatısının sadeliğiyle, kısacası, bitmemişliğin ve irade dışı olup bitenin insana "iyi ki Allah'tan böyle olmuş" dedirtircesine bir araya gelişi sayesinde fazlasıyla yeni eskiliğinin, arkeolojik romantizminin aykırılığını düzeltiyor, kalabalığın artması yüzünden çirkinleşmiş bir semte tevazuyla uyuyordu.
Tüm cansız varlıklar tek bir hakikate yaslanıyor sanki; "olmuş olan, olabileceklerin en iyisidir" dedirtiyor.
Hakikat ve hakkını vermek var oluş için iki kilit kavram diye düşünüyorum. Bazen sayfalarca karalan eskiz kağıtlarında arıyoruz onu; doğrusu, güzeli, olması gerekeni… Yavaş yavaş biçimler oluşuyor kafamda, bir şeyler çıkıyor ortaya ama tam değil, eksik bir şeyler var. Üstüne yeni düşünceler koyuyorum, başka bir şey doğuyor, sonra o yeni başka bir yeni doğuruyor… Yaratma süreci içeren tüm eylemler hemen hemen bu şekilde gelişiyor. Düşünce / ürün / varlık değişiyor, gelişiyor. Hem de hiç durmadan, zamanının gerçeğini bulana dek...
Mimarlık özelinde düşündüğümüzde; mimar kalemiyle büyütüp değiştiriyor eserini, sonra zamana teslim ediyor. İşte o anda ve sonrasında olan, eklenen ne varsa hepsi olması gerektiği için oluyo. Ve hakikati yansıtıyor. Zamanı ve koşulları bize geçmişin izleri anlatıyor. İnsan yaşamında da bu gerçekliği görmemek mümkün değil… Hani bazen bir şeyler hoşumuza gitmez; tam değildir ama olmuştur ve gerçektir. Olmuş olan ve bugün modası geçen her duygu, her an gebedir geleceğe. Buruşturup attığım her kağıt, sakladığım her satır ve neden yaşadım dediğim her an, şu an için gerekliydi.
Varlık değiştikçe düşünce, düşünce değiştikçe ürün değişiyor. Son gece çıkan proje gibi, yaşamak için kelebek olan tırtıl gibi, kendi kendine dönüşen taşlar, taşların içinde odalar, odaların içinde insanlar gibi…
*Kırmızı Zambak, Anatole France, Engin Yayıncılık.