“Bugünün Türkiye’sinde mimarlık tartışmak” başlıklı konferansı değerlendirme amacındaki üç bölümlük yazı dizisinin sonuncusunda; mimarlıkta eleştiri, inisiyatif, işbirliği, ortaklık, katılımcılık, ekolojik eleştiri ve beylik kavramlarca bir çember olarak tayin edilen mimarlığın içi neresidir, dışı neresidir tartışmalarını bulacaksınız. Konferansın kapanış oturumlarını içeren bu bölümde; "Mimarlığı ülke ölçeğindeki gündelik siyasal yarılmalardan özerkleştirerek düşünmek mümkün mü" sorusunun cevabı olarak, bu mutlak özerkliğin ancak ve ancak ‘eleştiriyle’ başlangıç yapabileceği kanısına varacağız.
ELEŞTİRİ VE ÖTESİ
Gülsüm Baydar’ın "Eleştirel Mimarlığın Sonu (mu)?" başlıklı sunumu, çağrı metnine atıfla, “Yeniden Mimarlığı Konuşmak”, yani daha önce konuştuk, sonra sustuk, şimdi yeniden mi konuşmalıyız argümanıyla başlıyor. Mimarlığın içini ve dışını ayırmak mümkün mü, sorusunu uzmanlık alanı mimarlık yakın tarihi bağlamında inceleyerek tartışıyor.
“Mimarlığı ülke ölçeğindeki gündelik siyasal yarılmalardan özerkleştirerek düşünmek için imkânlar alabildiğine daraldı. Bu koşullarda yeniden mimarlık konuşmayı deneyeceğiz.” Konferansın çıkış cümlesinde, gündelik siyasal yarılmalardan tektonik yani maddesel mimarlığın özerkliğinin aranmasını hayli ilginç bulduğunu söylüyor. Kendisi henüz öğrenciyken, 1970’lerde mimarların tam tersini konuşmakta olduğunu sözlerine ekliyor. Yani mimarlığın gündelik siyasetten nasıl da özerk olamayacağını geçmişte çokça konuştuk demek istiyor.
Mary Macleod, Architecture and Politics adlı makalesinde, postmodernizmi ve dekonstrüktivizmi toplumsal eleştiriden uzak, cinsiyetçilikten bihaber, yoksulluk ve etnisiteden ayrık oluşu ve star mimarlığı yüceltmesi gibi nedenlerle eleştiriyor. Modernizmin mimarlığın toplumsal eleştiri boyutunu elden hiç bırakmadığını ekliyor. Macleod’un modernizmden yana saf tuttuğunu anlıyoruz.
Baydar’ın alıntısına göre, Michael Hays, Critical Architecture Between Culture and Form adlı hayli önemli makalesinde; "mimarlık tam da maddeselliği aracılığıyla toplumsal eleştiri yapabilir" diyor. Burada maddesellik sembolist, Osmanlı motifçiliği, postmodern tarihçiliği yapmak gibi bir şey değil. Her mimarlık ürününün aynı zamanda kültürel bir ürün olduğunu vurguluyor; Hays ve Mies van der Rohe'nin mimarisini buna örnek olarak gösteriyor. Anlam dediğimiz şeyin mimarlığın ne sadece içinde yani biçimde, ne de sadece dışında yani kültürde, politikada olduğunu ifade ediyor. Yapının maddeselliği içinden doğru politik okuma yapmanın önemini bahsi geçen bu iki makaleden alıntılarla geliştiriyor. Eleştirel mimarlığın karşısına müteşebbis mimarlığı, sosyokültürel olanın karşısına teknolojik olanı konumlayan yaklaşımlar uzun yıllardır yeniden yeniden üretiliyor, diyerek eleştirilerini sıralıyor.
Her mimarlık ürününün, mimarlık alanında üretilen her metnin aynı zamanda toplumsal bir ürün olduğu, politik bir boyutunun bulunduğu ama bunun temsiliyetle değil bizzat yapının maddeselliği yoluyla dile getirilmesi gerektiği görüşüyle konuşmasını sona erdiriyor.
Baydar’ın sunumunda gösterdiği, Alejandro Aravena’nın Şili’deki, Yarım Evler sosyal konut projesi sürdürebilir mimarlık örneği olarak karşımıza çıkıyor. Aravena’nın bu çok ses getiren sosyal projesi için bir söyleşisinde: “Aslında biz alt gelir grubu için bir barınak üretmiyoruz. Biz kamu tarafından verilen sosyal barınma hakkının bu ailelere bir yatırım aracı olabilmesi için değer yaratma çabasındayız.” (i) sözlerini hatırlayalım. Baydar’ın görsellerinde Şili’deki sosyal konutların yapıldığı ilk hallerinde, bloklar arasındaki boşlukların zamanla kullanıcı (ya da yatırımcı mı demeli) tarafından nasıl doldurulduğunu görüyoruz. Sanırım sürdürülebilirlikten anlamamız gereken de bu. Yani, doğaya uyumdan çok, mimarlığın sakınma esasından çok, süreklilik arz eden boşluk doldurma eylemiyle mimariyi sürdürmek... Aravena’ya katılmak mümkün değil, yatırımın gözetildiği yerde mutlak bir yaşam kurulabilir mi? Konuta bir fabrika, bir otel gibi bakabilir miyiz? Peki, yaşam nerede köklenecek, nerede sürdürülecek? Konutun bir yatırım amacı olmasını esas alan bir konut tasarımı gayri ahlaki geliyor bana.
Tansel Korkmaz "Bir Başlangıç Olarak Eleştiri" başlıklı konuşmasında, eleştirinin mimarlık praxisinin neden ve nasıl temel başlangıcı olacağına değiniyor. Nurdan Gürbilek’in Kötü Çocuk Türk kitabındaki Orijinal Türk Ruhu makalesinden referansla, kültür-sanat ya da yapma eleştirisinin iki açmaz arasında gidip geldiğini söylüyor. Yabancı hayranlığı ve yabancı düşmanlığı olarak adlandırıyor bu açmazları Gürbilek. Yabancı hayranlığı, "bizde o yok, bu yok" der; yabancı düşmanlığı ise her şeyi çeviri, sahte, taklit ve ödünç olarak değerlendirir. Gürbilek’in aynı konuya yetimlik duygusu adını verdiğinden de söz ediyor Korkmaz. Daha sonraysa, başka bir edebiyat eleştirmeni Orhan Koçak’ın Kaptırılmış İdeal: Mai ve Siyah Üzerine Psikanalitik Deneme başlıklı makalesine referansla; eleştirinin kaptırılmış veya ödünç alınmış bir idealle idealsiz bir yerlilik arasında gidip geldiğini anlatıyor. Gürbilek’e göre iki açmaz da aynı kapıya çıkıyor; imkansız özgürlük arayışı. Bu iki kampın vardığı noktada, modern dünyada bütün arzular, bütün kendilikler aslında istila edilmiş olduğundan bir özgürlük alanı da imkânsız hale geliyor. Eleştirinin bu iki ucu birleşerek bir çember oluşturuyor.
Korkmaz: “Modern öncesi çağ, yapmanın temeli olarak doğanın taklidini işaret ediyordu, doğanın yaptığı gibi yapmak gerektiği önemseniyordu. Modern dünyada bir kırılma yaşadık, doğaya yabancılaşmış olmaktan dolayı doğanın yerini öncüllerden öğrenmek aldı. Klasik dünya doğayı mükemmel olarak görüyordu ama modern dünya öncüllerin mükemmel olmadığının farkındaydı bu nedenle eleştirel bakmak bir ihtiyaçtı, ayrıştırıcı olmak elzemdi.”
Korkmaz’a göre, eleştiri, elemekten geliyor. Criticism de critic’ten yani sınırdan gelir, sınırları açığa çıkarmaktan oluşur. Oysa criticism yargılamak anlamından doğar. Sanırım kritik sözcüğünün etimolojisindeki -sınır- anlamına krinein sözcüğündeki ayrıştırma ve karar karşılıklarıyla varıyor. Karar bir sınırdır, öyleyse. Ancak eleştirinin o hep eleştirilen yargılayıcı pozisyonuyla bu da bir çelişki doğuruyor. Karar verici olmak ya da sınırları belirlemek yargılamaktan ne kadar farklı bilemiyorum.
Korkmaz’a göre mimarlık yaparken, eleştiriyi devre dışında bıraktığımızda sınırsızlığa yani kendi tecrübemizin naifliğine mahkûm ediliyoruz, tekrar ederek taklide düşürüyoruz. Eleştiri praxisin dışında değil, ilk adımıdır. Ancak öncülleri eleştirerek kendi üretimimizi gerçekleştirebilmemiz mümkün. Bu iki uçlu kamplara düşmeden elbette.
"Eleştirmen nasıl konumlanmalı" sorusuna yanıt arıyor. Bahsi geçen iki eleştiri kampı, nesnesine yakın durmadan, nesnesini küçük görerek, nesne okumasından kopmuş oluyor. Bu yüzden de pratiği bir başlangıçtan mahrum ederek praxisi imkansız kılıyor. Tam da bu nedenle eleştiriyi Gürbilek ve Koçak'ın işaret ettiği yargılayıcı pozisyondan kurtarmak çok çok önemli. Korkmaz “Eleştiri mimarlık praxisinin başlangıç noktasıdır” sözleriyle konuşmasını tamamlıyor. Yani çemberin tarifi, tespiti, teşhisi ancak eleştiriyle mümkün, dolayısıyla çemberden çıkmak da ancak bu yolla olası.
Selçuk Avcı "Derin Ekoloji ile Sığ Ekoloji" adlı sunumuna, ekolojinin iki yörüngesinden bahsederek başlıyor. Birincisi Sığ Ekoloji ki kendisinin desteklemediğini özellikle belirtiyor ancak ister istemez içinde yer aldığı bir boyut olduğunu da itiraf ediyor. Diğeri Derin Ekoloji. Bu kavramı kendi oğlu vasıtasıyla bir konferansta keşfettiğini anlıyoruz. Ekolojinin yeni kuşaktaki idrak farkına dikkat çekiyor.
İklim değişiklerini, şarap üretimine etkileri üzerinden analiz ediyor. Sözgelimi, İngiltere'de eskiden ekşi, beyaz şarap üretilirken, küresel ısınma nedeniyle artık kırmızı ve tatlı şarap üretilebiliyor. İklim değişikliklerinin sadece doğal afetlere neden olmadığını, kent yaşamını da değiştirdiğini ekliyor. İstanbul’un yanı sıra mimarlık ofisinin yer aldığı diğer merkez Londra’nın, bir Akdeniz şehri gibi açık havada nasıl kahve içilen bir yer haline geldiğini vurguluyor.
Dünyada savaşlar sebebiyle kuzeye göç yoğun bir şekilde sürüyor. Göçün ana nedenlerini bundan böyle salt politik değişimler değil, kuraklaşmanın güneyden kuzeye ilerlemesi sonucu, iklimsel koşulların yaşamı olumsuz etkilemesi oluşturacak. Yakın gelecekte artacak doğal kaynak göçüne dikkat çekiyor Avcı.
Derin ekoloji düşüncesinin ismini 1973 yılında Norveç filozof Arne Næss’in yayımladığı aynı adlı makaleden aldığını ekleyerek ayrıntılara geçiyor. “Derin Ekoloji (Deep Ecology), ekolojik felsefe içinde, insanın doğaya üstünlüğünü radikal bir tavırla reddeden hareket. Doğaya özel değer veren ve ideolojik bir akım olan derin ekoloji, bireylerin ve toplumların bu doğaya saygı duymalarını ister. Dolayısıyla insanı evrenin merkezine yerleştiren insan merkezli paradigmaya karşıdır.”
Avcı’nın üzerinde durduğu soru şu: “Doğadan ve tarihten öğrendiklerimizi mimariye nasıl aktarabiliriz?” Cevapsa anladığım kadarıyla Sürdürülebilir Tasarım olarak karşımıza çıkıyor. Janine Benyus ‘Biomimicry’ üzerine ifadelerinden alıntılar taşıyor:
“İnsan ancak doğanın bir parçası olarak hareket ederse doğadan öğrenebilir.”
Doğanın dersleri olarak da ilk adres karıncaların içgüdüsel mimarisi. Savannah’ın Karınca Evleri’ni örnek olarak gösteriyor. Kendi mimarlık deneyimlerine bu bilgiyi entegre ettiklerini söylüyor. Karıncaların toprak altı ve üstü yapılaşmalarından esinlenerek, binanın kemiğinin doğal olarak soğutulması ve ısıtılması mümkün. Avcı, dünyadan doğal kaynaklarla iklimlendirmeyi başaran mimari örnekleri gösteriyor.
Yer Altı Soğutma Labirenti
Türkiye Müteahhitler Birliği - Ankara (ii) binası örneği üzerinden bu labirent sistemi anlatıyor. Labirent, binanın tabanında, soğutma ve ısıtma ihtiyacını gidermek için soğutulmuş hava döşemelerin içine yerleştirilmiş borularla kaplanıyor. Bu binada reelde %50 tasarruf sağlanmış.
“Mimarlar ve tasarımcılar olarak biz başkalarının düşüncelerini ve davranışlarını etkileme şansına sahip bir noktada duruyoruz. Çünkü çoğunlukla karar süreçlerinin başında yer alıyoruz. Bize verilen
eşsiz rol, biz insanlar ve doğa arasındaki ilişkinin geleceğini belirlemek üzerine kuruludur. Bu müthiş bir sorumluluktur ve son derece ciddiye alınması gerekir” sözleriyle sunumunu tamamlıyor. Yaklaşım çok değerli şüphesiz ancak labirentlerin ulaşılmaz maliyetleri bu sürdürülebilirlik kandırmacasının bile bir ütopya olduğunu kanıtlıyor. Ayrıca bir çember imgesiyle, bina, burada kendi enerjisini üretmek için daha başka kaynakları sömürür hale geliyor. Büyük bir kısır döngü.
Sonraki sayfada:
İŞBİRLİKLERİ // Mimarlıkta Cesaret