Esin'in Japonya Rehberi - I
Esin EREZ
/ 08 Aralık 2011
Japonya'yı çok kez ziyaret etme ve kuzeyinden güneyine gezme şansına sahip olan mimar Esin Erez, Mimarizm için bir rehber hazırladı. Aklında "en çok yer eden ziyaretler" olarak andığı iki yolculuğundan ilkini, tren seyahatlerinden şehir gözlemlerine, tapınaklardan ve festivallere kendi kronolojisi içinde aktardı.
Erkek arkadaşımın annesi Japon olduğu için Japonya'ya birçok defa gitme şansım oldu. Aklımda en çok yer eden ziyaretlerim, ilk iki seferdi. Oradaki ilk yazımda, bol bol trenle seyahat edip farklı şehirleri, tapınakları ve festivalleri görmek gibi turistik olarak nitelendirebileceğim aktivitelerde bulundum. Japonya'da geçirdiğim ikinci yaz ise çoğunlukla Tokyo'da kalıp staj yaptığım için daha farklı bir deneyimdi.
Kobe
Japonya'ya Renzo Piano'nun tasarladığı etkileyici bir binaya sahip olan Kansai Havaalanı'ndan giriş yaptım. Arkadaşımın Kobe'deki evine yerleşmemi izleyen günlerde, şehrin belli başlı mekanlarını gezdik. Öncelikle Kobe'deki Hyogo Sanat Müzesi'ne gittik. Tadao Ando'nun tasarladığı bu binadaki ince beton işçiliğini çok beğendim. Şansımıza, Tadao Ando o gün müzede bir sunum yaptığı için bizzat kendisini görebildik ve mimarlık hakkındaki konuşmasını dinledik. Hem de eski bir boksçu olduğunu da öğrenmiş olduk.
Bir liman şehri olan Kobe, hem önündeki deniz manzarası hem de arkasını çevreleyen Rokko Dağı sayesinde çok güzel bir coğrafi konuma sahip. Şehrin manzarası en iyi Rokko Dağı'nı tırmanınca görülüyor. Yalnız civarda bol sayıda bulunan ve hatta bazen insanların alışveriş torbalarını karıştıracak kadar yüzsüz olan yaban domuzlarına dikkat etmek gerek. Şehrin içinde en beğendiğim mekan, Sannomiya'da tren rayları altında yer alan uzun ince pasajdı. İçinde birçok ufak ikinci el dükkanının bulunduğu bu geçit, bana Beyoğlu'ndaki pasajları anımsatmıştı. Ayrıca buradaki ufacık bir lokantada okonomiyaki denilen pek lezzetli bir tür Japon omleti yemiştim.
Kobe civarında aklımda kalan anılardan bir diğeri de Koshien Stadyumu'nda izlediğimiz beyzbol maçıydı. Japonların beyzbola bu kadar meraklı olduğunu görmek bana ilginç gelmişti. Stadyum tıka basa Hanshin Tigers taraftarlarıyla doluydu. Ezeli rakipleri Tokyo Giants'a karşı zafer kazanınca, maç sonunda binlerce balon gökyüzüne bırakılmıştı.
Hızlı tren
Kobe'yi gezdikten sonra 2 haftalık sınırsız kullanımlı biletimizle güneye doğru yola çıktık. Shinkansen olarak bilinen hızlı trenlerde turistler uygun fiyatlarda yolculuk edebiliyor. Yalnız biletinizi Japonya dışındaki yetkili acentalardan almanız gerekiyor. Trenler inanılmaz konforlu ve her tren istasyonunun kendine özgü bir bentosu (sefer tası) var. Bir yandan bunları yiyip, bir yandan çoğunlukla pirinç tarlaları ve dağlardan oluşan manzarayı izlemek çok keyifliydi.
Miyajima Adası
Miyajima Adası
Güney'de Hiroşima'ya inip şehri ve Barış Anıtı Parkı'nı gezdik. Daha sonra yakınlarda yer alan akçaağaçlarla kaplı ve Shinto dini için kutsal bir ada olan Miyajima Adası'nı ziyaret ettik. Adada kutsal sayılan geyiklerle birçok kez burun buruna geldik. Su üzerinde inşa edilmiş İtsukushima Tapınağı'nı ve biraz ötesindeki Torii adı verilmiş sembolik giriş kapısını gördük. Shinto tapınaklarına has bu kapılar, dünyevi bir mekandan kutsal bir alana geçildiğini simgeliyor. Gel-git'e bağlı olarak bazen sudan çıkıyor izlenimi veren Torii kapısı tam anlamıyla nefes kesiciydi.
Naoshima adası
Hiroşima'dan kuzeye doğru yol alıp Naoshima Adası'na gittik. Burası bir "sanat adası" olarak tasarlanmıştı. Burada bisiklet kiralayıp adanın farklı bölgelerinde yer alan müze ve sergilere gitmek mümkün… Öncelikle görülmesi gereken yer ise Tadao Ando'nun tasarladığı Chichu Sanat Müzesi. Adanın doğal görünümünü bozmamak için müzenin büyük bir kısmı yerin altında bırakılmış. Buna rağmen geniş çatı pencereleri sayesinde sergi alanlarına bol miktarda doğal ışık ulaşıyor. Bunun dışında "Sanat Evi Projesi" adı altında adanın farklı yerlerinde eski evlerin içinde bulunan enstalasyonlar da çok ilgi çekici. Hoşuma giden bir tanesi, Kadoya Evi'nde yer alan Tatsuo Miyajima'nın "Sea of Time ‘98" enstalasyonu. Bu proje karanlık evdeki sığ bir havuz içinde bulunan ve rakamları değişik hızlarda ilerleyen ışıklı dijital sayılardan oluşuyordu. Çok beğendiğim diğer bir iş ise Minamidera Evi'ne yerleştirilmiş James Turrell'in "Ayın Ters Yüzü" adlı eseri. Burada da geniş ve zifiri karanlık bir alana rehber eşliğinde giriyorsunuz ve 10 dakika gibi bir süre içinde duvarlardan birinin arkasında yavaş yavaş beliren bir ışık etrafı aydınlatıyor. Çıkışta ise bu etkinin tamamen gözlerimin karanlığa alışmasından oluştuğunu öğrenmek beni çok şaşırtmıştı.
Himeji kalesi
Tekrar kuzeye doğru gidip Himeji Kalesi'ni ziyaret ettik. Ortaçağ'dan kalan bu ahşap kalenin özelliği, duvarlarının yangına karşı beyaz alçıyla kaplanmış olması. Yapıyı yaz sıcağında nefes nefese tırmandık. Kalenin en tepesindeki odada bizi, doğal havalandırma sonucu oluşan bir meltem ve müthiş bir şehir manzarası bizi karşılamıştı. "Son Samuray" filminin Himeji şehrinde çekilmiş olduğunu da belirtmek isterim.
Kyoto
Kyoto'ya gitmeden önce Miyama'da eski tip saman çatıları olan evlerle dolu bir köy gezdik. Bu tip ev inşaatı günümüzde kaybolduğundan köydeki evler koruma altına alınmış. Burada geleneksel evlerin ve pirinç tarlalarının arasında yürürken gerçekten de kendinizi Hayao Miyazaki'nin filmlerinden birinde gibi hissedebilirsiniz.
Kyoto'nun onca tapınağını ve gezilecek yerini kısaca anlatmak zor… Fakat mutlaka belirtmem gereken şey, buradaki yosun kaplı yollar, zen bahçeleri ve ince işçilikleriyle insanı şaşırtan eski binaları görünce, insanın kendini tarih kitapları ve filmlerden gördüğümüz Japonya'da sanabileceği…
Gion Festivali
Festivaller
Japonya'da büyük bir önem taşıyan ve matsuri denilen festivallere yıl boyunca rastlamak mümkün. Bunlar bölge halkının çok severek katıldığı şenlikler… Bazılarının kökeni Çin'e dayanırken, bazıları da yöresel folklor geleneklerinden türemiş. Katıldığım festivallerde toplumun her kesiminden ve her yaştan insanın, geleneksel kıyafetleriyle örf ve adetlerini sürdürmeleri çok hoşuma gitmişti. Yine bu tarz bir şenlik olan Kyoto'daki Gion Festivali'nin kökeni 9. yüzyıla dayanıyor. Bu etkinlikte halktan seçilen çocuklar, sokaklar arasında tekerlekli ahşap strüktürler içinde uzun süre taşınıyor. Bunun nedeni tanrıları yatıştırıp, salgın hastalıktan nüfusun kırılmamasını sağlamak.
Osaka'da da Tenjin matsuri adı verilen bir başka festivale gittik. Sonunu yakalayabildiğimiz bu festivalden hatırladığım, Okawa nehrinde yüzen ve üzerinde odun yakılmış kayıklar ve bunu takip eden havai fişek gösterisi. Bir de sokaklarda kurulmuş pazarlarda satılan leziz atıştırmalıklar ve altın balık yakalama gibi oyunlar…
Tenjin Festivali
Nara
Kyoto ve Osaka'dan sonra Nara'ya yol aldık. Nara, 8. yüzyılda Japonya'nın ilk başkenti olarak kurulduğu için, burada ülkenin en eski ve büyük tapınakları bulunuyor. Dünyanın en büyük ahşap yapısı olan Todaiji Tapınağı'nın içindeki kocaman bronz Buddha heykeli nefes kesiciydi. Gezdiğimiz başka bir önemli bina ise, dünyanın en eski ahşap yapısı olan Horyuji Tapınağı'ydı. Nara'da da Miyajima adasındaki gibi çok sayıda kutsal geyiğe rastlamak mümkün.
Osorezan
Tekrar hızlı trene binerek kuzeydeki Aomori bölgesine vardık. Buradan daha da kuzeye geçip Osorezan olarak da bilinen Korku Dağı'na ulaştık. Adından da anlaşılabileceği, gibi pek sevimli bir yer değildi. Popüler mitolojiye göre bu bölge cehennemin girişinde bulunuyor. Volkanik Osore dağında yer, gri renkli isli kayalarla kaplı ve arada sırada kayaların arasından sülfürik dumanlar tütüyor. Civardaki Usori Gölü ise içindeki sülfür yüzünden çok güzel bir açık mavi renge sahip, fakat suyu zehirli. Genelde insanlar buraya vefat etmiş yakınları ve tanıdıklarıyla irtibata geçmek için geliyorlar. Bunun için de itako adı verilen kör medyumlardan yardım alıyorlar. Tabii bizim gibi zevkine gelmiş olan insanlar da vardı. Fakat bu yerin korkunç havasını tam olarak hissedememiştim (ki bundan yakınamam) çünkü ziyaretimiz sırasında arka planda sürekli etrafta restore edilen binaların inşaat sesleri mevcuttu.
Nebuta Festivali
Nebuta festivali
Osore dağından inince Aomori şehrindeki Nebuta Festivali'ne gittik. Her yıl düzenlenen bu festivalde, savaşçı figürlerin dev fenerleri birçok insan tarafından sokaklar boyunca çekiliyor. Önlerindeyse müzisyenler ve dev davullar çalan davulcuların eşlik ettiği dansçılar, geleneksel kıyafetleri içinde "rassera" diye bağırarak dans ediyor. İnsanlar bu geçidi, yere kurdukları piknik sofralarının etrafında izliyorlar. Rivayete göre bu bölgeyi 8. yüzyılda Japon himayesi altına almak için buna benzer fenerlerle yörenin halkını kandırmışlar.
Nebuta Festivali
Aomori'nin ardından Tokyo'da kısa bir mola verip Kobe'ye geri dönünce ben de ilk Japonya seyahatimi tamamlamış oldum.
[Devamı Mimarizm'in Ocak sayısında...]
İlişkili Haberler
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Bu İçeriğe Yorum Yazın