Mimar Esin Erez'in Japonya izlenimleri bu ay da keyifli okumalıklarımız arasında yerini alıyor. Festival ve tapınaklara odaklanan ilk yazıyı, Tokyo'daki Tezuka Mimarlık stajına eşlik eden renkli geziler takip ediyor.
Erkek arkadaşımın annesi Japon olduğu için Japonya'ya birçok defa gitme şansım oldu. Aklımda en çok yer eden ziyaretlerim, ilk iki seferdi. Oradaki ilk yazımda, bol bol trenle seyahat edip farklı şehirleri, tapınakları ve festivalleri görmek gibi turistik olarak nitelendirebileceğim aktivitelerde bulundum. Japonya'da geçirdiğim ikinci yaz ise çoğunlukla Tokyo'da kalıp staj yaptığım için daha farklı bir deneyimdi.
Japonya'yı ikinci ziyaretimde ülkeye Tokyo'nun Narita Havalimanı'ndan giriş yaptım. Bu hem mimar Kengo Kuma'nın ofisinde çalışmaya başlayan erkek arkadaşımı görmek, hem de kısa bir süre içinde görebildiğim kadarıyla fazlasıyla ilginç olan bu 35 milyon nüfuslu şehirde biraz vakit geçirip iş deneyimi edinmek için iyi bir fırsattı.
Tokyo'da Kayabacho adlı bir iş muhitinde stüdyo kiraladık. Arkadaşım Japonya'daki çoğu mimarlık ofisinde adet olduğu üzere geç saatlere kadar çalıştığı için Tokyo'da gezmek istediğim yerleri kendim görmem gerekecekti. Hemen bir şehir ve metro haritası edinip, rehber kitap ve tanıdıklardan aldığım tavsiyelerle şehri gezmeye koyuldum. Bir de kısa süreli kullanılabilen cep telefonu edindim. Dokunmatik telefonların henüz piyasada olmadığı bu dönemde, cüzi bir fiyata edindiğim telefonun fotoğraf çekebilmesi, ekranının renkli olması bende şok etkisi yaratmıştı.
Metro
Belirtmem gerekir ki 282 istasyon ve 13 hattan oluşan Tokyo metrosu, ilk başta son derece karışık dursa bile aslında kurulu saat gibi işliyor. Her trenin gidiş-geliş vakti saniyesine kadar belli. Japonca yazılar önce kafanızı karıştırsa bile anonslara ve tabelalara bakmayı öğrenince bu ulaşım sisteminden yararlanmak çok da güç olmuyor.
İşe gidiş ve dönüş saatlerinde aşırı kalabalık olmasını saymazsak neredeyse kusursuz bir sistem. Üstelik oldukça temiz ve vagonların içi televizyon ekranı ve ilginç Japon reklamlarıyla dolu. Ayrıca İstanbul'dan gelen birinin dudağını uçuklatacak kadar güvenli. Mesela metrodaki insanların uyuyakalan bir yolcunun çantasından düşen cüzdanı onu uyandırmadan çantasına geri koyduklarını görmek mümkün.
Parklar
Tokyo'yu gezmeye önce belli başlı park, saray ve tapınaklardan başladım. Fransız, İngiliz ve geleneksel Japon peyzaj stillerini başarıyla harmanlayan Shinjuku Gyoen Parkı'nın asil bir güzelliği vardı. 1964 Tokyo Olimpiyatları'nın düzenlendiği alana kurulan Yoyogi Parkı ise halk tarafından daha sık ve rahat kullanılıyor izlenimi vermişti. Parkın yakınlarındaki Meiji tapınağı da şehrin yüksek temposundan sıyrılabileceğiniz, ağaçlar arasında yer alan bir yapıydı. Fakat benim en çok hoşuma giden park, hafif karanlık ve hüzünlü bir havası ile Ueno Parkı oldu.
İçinde bir hayvanat bahçesi, müze ve birkaç tapınak barındıran bu park, Tokyo'nun Batı stilinde yapılan ilk parkıymış. Ueno'da aynı zamanda yüzlerce evsiz insan barınıyor. Yan yana kurdukları ve pek de düzenli duran mavi çadır köyleri parkın belli alanlarında görmek mümkün. Tokyo'nun diğer bölgelerinde çok nadir rastlanan evsizlerin sayısı maalesef güncel ekonomik durum yüzünden başka yerlerde de artmakta.
Ueno'da dikkatimi çeken başka bir şey de kargaların çokluğuydu. Bu kargalar 60 cm'yi bulan, çok akıllı ve korkunç gözüken cinstendi. Hatta içlerinden birkaçı, ben bankta dikkatsiz bir şekilde otururken sıçrayıp yemekte olduğum onigiri'yi (içinde değişik malzemeler olan yosun kaplı pilav topu) kapmaya çalıştı! Tokyo'daki kargaların sayısı 1985 yılında 700 iken bugün 36 binin üzerine çıkmış. Çoğu zaman sokaktaki çöpleri talan eden bu kuşlar, kimi zaman insanlara da saldırıyormuş.
Edo-Tokyo Müzesi
Tokyo'nun tarihini iyi anlamamı sağlayan Edo-Tokyo Müzesi, uzay gemisine benzeyen mimarisiyle de ilgimi çekti. Bu müzede, gerek detaylı maketlerle gerek iyi seçilmiş görsellerle aslen ufak bir balıkçı köyü olan Edo'nun nasıl günümüzün karmaşık Tokyo'su haline geldiğini takip edebiliyorsunuz.
Asakusa
Eski Tokyo'nun havasını içinde barındıran bir semt olan Asakusa, turistik olsa da ufak ölçeği ve arka sokakları ile oldukça sevimliydi. Burada istasyondan çıkıp az bir mesafe yürüdükten sonra Kaminarimon (Şimşek) kapısından geçip Nakamise pasajına varıyorsunuz. Pasajda çeşit çeşit geleneksel Japon atıştırmalığı ve hediyelik eşya bulmak mümkün. Pasajın ardında tütsü kokusuyla kaplı Sensoji tapınağı var.
Yakındaki Kappabashi pazarında ise aralarında çeşitli yemek maketlerinin de bulunduğu lokanta malzemeleri satılıyor. Japonya'da neredeyse her lokantanın girişinde menüdeki yemeklerin gerçek boyutta detaylı maketleri var. İlk başta gerçek sandığım ve garipsediğim bu maketler aslında müşteriyi etkilemek için çok iyi bir yöntem.
Askakusa'da en çok hoşuma giden yer ise, buranın arka sokaklarında yer alan izakaya denen meyhane tarzı lokantalardı. Özellikle de sevimli bir aile tarafından işletilen bir izakaya, hem leziz mezeleri hem de sahiplerinin misafirperverliği ile bizi müdavimi etmeyi başardı.
Tsukiji balık pazarı
Tokyo'da herkesin görmem gerektiğini söylediği bir başka mekan da Tsukiji balık pazarıydı. Türünün dünyadaki en büyük örneği olan bu pazara sabah çok erken bir saatte gitmiştim. Ayağınıza ıslanan bir ayakkabı giymenizi tavsiye etmem çünkü yerler balıklı su kaplı.
Ayrıca pazarın içinde yürürken tam yanınızdan sık sık ve büyük bir hızla malzeme taşıyan arabalar geçiyor. Pazar kurulurken turistik bir mekan olarak tasarlanmadığından, burayı gezen turistler kimi zaman çalışanların işlerini aksatıyormuş. Bu yüzden pazara giren turistlerin sayısı belli bir sınırda tutuluyor. İçeride aklınıza gelmeyecek renk ve türde balığa rastlayabiliyorsunuz.
Özellikle de pazarın içinde yerde sıra sıra duran kocaman donmuş ton balıklarını ve bu balıkların açık arttırmasını izlemek ilginçti. Pazarı gezdikten sonra civardaki birçok lokantada çok taze sushi yemek mümkün.
Ginza
Tabii Tokyo'ya gidip de alışveriş mekanlarına uğramamak mümkün mü? Öncelikle 1923 Kanto depremi sonrasında lüks bir alışveriş bölgesi olarak geliştirilmiş Ginza'yı gezdim. Burada Mitsukoshi ve Matsuzakaya gibi şehrin en eski ve klasik alışveriş merkezleri bulunuyor. Bu mağazaların en sevdiğim bölümleri alt katlarıydı. Çoğunun alt katı yemek bölümü ve her standın yanında tadımlık sunulduğu için neredeyse her şeyi deneyebiliyorsunuz. Eski alışveriş merkezlerinin yanı sıra Ginza'da daha modern mağazalara da rastlamak mümkün. Mesela Renzo Piano'nun tasarımı olan ve cephesi cam bloklardan oluşan Maison Hermès, Massimiliano ve Doriana Fuksas'ın Armani binası ve cam sanatçısı James Carpenter'ın Gucci binası bunlardan birkaçı.
Omotesando
Yine 1920'lerden sonra gelişen ve günümüzün en ünlü mimarlarının elinden çıkan mağazaların bulunduğu bir başka yer de Omotesando Caddesi. İki yanı zelkova ağaçlarıyla kaplı bu caddede SANAA tasarımı Dior binası, Herzog de Meuron'un Prada yapısı, Toyo Ito'nun tasarladığı Tod's binası ve Jun Aoki tasarımı Louis Vuitton mağazası gibi mekanları görmek adeta bir modern mimarlık müzesi gezmek gibiydi.
Herzog de Meuron'un tasarladığı Prada binası.
Harajuku
Omotesando'ya çok uzak olmayan Harajuku bölgesinde ise çok daha genç bir kesite hitap eden dükkanlar vardı. Burası 1964 Olimpiyatları sırasında yakınlardaki olimpik köyde kalan ünlü sporcuları görmeye gelen gençlerin akın ettiği bir mekan olarak ün kazanmış. Daha sonra da gençlerin ilginç, kostümsü kıyafetlerle toplanıp dolaştıkları bir sokak olarak dünyaya ismini duyurmuş.
Mizukake festivali
Bu arada Tokyo'da o çok beğendiğim festivallerden birine aktif olarak katılma şansı buldum. Arkadaşımın ailesi Fukugawa'dan olduğu için her sene kendi bölgelerine ait Fukugawa hachimon adlı bir festivale gidiyorlardı. Bu festivalin takma adı mizukake, yani "su atma" festivali. Festival tüm ihtişamıyla 3 senede bir düzenleniyor. Bölgenin 54 semtinden temsilciler, Fukugawa'nın en büyük Shinto tapınağı Tomoiko Hachimangu'nun tanrısını barındıran ufak tapınakları sokaklar boyunca sırtlarında taşıyorlar. Bu yürüyüşü izleyen on binlerce insan da hortum ve kovalarla mikoshi denilen tapınak taşıyıcılarını ıslatmayı görev biliyor. Bunun bolluk ve bereket getirdiğine inanılıyor. Ben de festivale geleneksel kıyafetlerle bir mikoshi olarak katılabildim. Doğrusu, Ağustos sıcağında çok da hafif olmayan mini tapınakları birkaç saat boyunca taşıyınca hortumla ıslatılmak oldukça ferahlatıcıydı. Ayrıca büyüklerin ve çocukların ciddiyetlerinden sıyrılıp sokakta bir tür su savaşına girişmelerini ilk elden izlemek de komikti. Ben tapınağın yükünü çok sırtlanmasam da ertesi gün omzum bayağı ağrıdı. Yükü gerçekten sırtlarında taşıyanların ise festival bitiminde omuzları yumruk kadar şişikti!
Tezuka Mimarlık
Portfolyomu düzenleyip birkaç mimarlık bürosuna başvurduktan sonra Tezuka Mimarlık'taki stajımı ayarlayabildim. Takaharu ve Yui Tezuka'nın kurduğu ofis , Japonya'da birçok müstakil ev, birkaç da müze ve okul binası tasarlamıştı. İnsanların hem doğa hem de birbirleriyle iletişim halinde olabilmelerini sağlayan yalın bir dile sahip yapılar üzerinde çalışıyorlardı.
Ofisin beğendiğim binaları arasında, hafif eğimli bir yapıya sahip "Çatı Tepesi Evi"ni sayabilirim. Ev sahiplerinin her birinin odasına, çatıya ulaşabilmeleri için merdivenli bir çatı penceresi konulmuş. Yine aynı büronun tasarladığı oval biçimli Fuji Anaokulu'nun ortasında ağaçlı bir avlu var ve öğrenciler yapının çatısına çıkabiliyorlar. Tokyo'nun biraz dışında kalan bu ofiste çalışıp biraz olsun Japonya'daki iş hayatını ve mimari üretim sürecini gözlemlemek ilginç bir deneyimdi.
Japonya, bu ilk iki ziyaretimden sonra, gerek gelenekleri modern hayata bağlayışı gerekse doğası ve şehirlerinin karmaşık güzelliğiyle bende büyük bir iz bıraktı. Bu etkileyici ülkeye daha birçok kez gidebilmeyi umuyorum.