2005 yılında Rhode Island School of Design Mimarlık Bölümü’nden mezun olup İstanbul’da bir sene EAA- Emre Arolat Mimarlık Ofisi’nde çalıştıktan sonra, yurtdışında biraz daha deneyim edinmeye karar verdim. Eninde sonunda nasılsa Türkiye’ye geri döneceğimi düşündüğüm için henüz hayatım tam düzene girmeden yollara koyulmak için doğru zamandı. 2008 Olimpiyatları öncesinde mimaride patlama yaşayan Çin’in başkenti Pekin bu tarz bir deneyim için en uygun yerdi.
2005 yılında Rhode Island School of Design Mimarlık Bölümü'nden mezun olup İstanbul'da bir sene EAA- Emre Arolat Mimarlık Ofisi'nde çalıştıktan sonra, yurtdışında biraz daha deneyim edinmeye karar verdim. Eninde sonunda nasılsa Türkiye'ye geri döneceğimi düşündüğüm için henüz hayatım tam düzene girmeden yollara koyulmak için doğru zamandı. 2008 Olimpiyatları öncesinde mimaride patlama yaşayan Çin'in başkenti Pekin bu tarz bir deneyim için en uygun yerdi.
Öğrencilik yıllarımda birkaç yazımı Japonya'da geçirip, bir yaz boyunca da Tokyo'da Tezuka Mimarlık Ofisi'nde stajyerlik yaptığım için Asya'da başka bir metropole gitmenin pek de farklı gelmeyeceğini düşünmüştüm. Oysa ne kadar yanılmışım! Japonya'nın teknolojik açıdan bilim kurgu filmlerini anımsatacak kadar gelişmiş raylı sistemleri, ufak ölçekli, sevimli sürprizlerle dolu sokaklarından sonra Çin apayrı bir dünya gibiydi. Tokyo'nun nemli yaz aylarından sonra Pekin'in yüz yakan soğuğu ve kirlilikten çoğu zaman gri olan havası, bende çok da hoş bir ilk izlenim yaratmamıştı. Mandarince hiç anlamadığım ve İngilizce konuşan az insan olduğu için Pekin'de yol ya da fiyat sormak çok zor geliyordu. Şehrin ölçeği çok büyük olduğu için ise bir yerden bir yere yürümek neredeyse imkânsızdı. Çoğu yere taksiyle gitmek gerekiyordu, fakat taksicilere dert anlatmak ve kandırılmadan istediğim yere gitmek başlı başına bir uğraştı. İstanbul'daki taksiciler hakkında yakınan yabancı arkadaşlarımın nasıl hissettiklerini şimdi anlıyordum.
Pekin'deki iki ayım, iş arayıp Çince öğrenerek geçti. Bu sürede yavaş yavaş etrafa alışabildiğim için şehir içinde pek çok sarayı, parkı gezmeyi de becerebildim. Aralarında hoşuma en çok giden, içinde kolaylıkla saatler geçirip, her türlü eski eşya, kitap, poster vs. bulunan Panjiayuan Pazarı'ydı. Bunun dışında kış soğuğunda donmuş muhteşem Kunming Gölü'yle Yaz Tapınağı ve içindeki büyük Buddha heykeliyle Lama Tapınağı… Bol boş vaktim olduğu için gördüğüm yerlerle ilgili eskiz ve resimler yapacak vakti bile bulabilmiştim –ki bir mimarlık ofisinde çalışmaya başladıktan sonra böyle bir zaman bulmak çok zordur. Hazır Asya'da olduğum için Tayland ve Kamboçya'yı da gezip vizemin son gününde İstanbul'a geri döndüm. Noel ve Yeni Yılı alışkın olmadığım bir biçimde Tayland'ın plaj sıcağında geçirmek garipti. Bir hafta kadar kaldığım Siam Reap ise gerek sevecen insanları, gerek inanılmaz güzellikteki tapınakları ve doğasıyla bende çok derin bir etki yaratmıştır.
Birkaç ay sonra Steven Holl Mimarlık Ofisi'nde çalışmak üzere geri döndüğümde ise Pekin çoktan değişmişti bile! Sık sık yemek yediğim ufak mantıcı dükkânı ve içinde bulunduğu bloğun yerinde yeller esiyordu. Yerine büyük bir alışveriş merkezi inşa edilecekti. Benzer nedenlerle birçok "Hutong" adı verilen eski tip avlulu ev topluluğu da yıkılmıştı. Bununla birlikte Olimpiyatlar için yeni metro istasyonları eklenmiş, yeni yollar yapılmıştı. Bir yandan kaybolan eski şehrin sokaklarına, esnaf dükkânlarına üzülürken bir yandan da Linked Hybrid, TVCC, Kuş Kafesi Stadyumu gibi yeni binaların heyecanı insanı sarıyordu.
Steven Holl'un ofisinde çalışırken yeni inşa edilen binaların heyecanını hissetmek daha mümkündü. Bu sefer Jian Wai SOHO adı verilen şehrin modern gökdelenlerinin yer aldığı bölgede yaşıyordum. Geçen gelişimde kaldığım Hutong'daki dairedeki banyo, lavabonun yanına asılmış bir duş ahizesinden ibaretti. Yeni adresimdeki donanım ise lüks bir otelinki kadar iyiydi. Pekin'de yurtdışından gelenlerin yaşam standartları, yerel halka göre çok daha yüksek olabiliyordu. Yüksek olmayan bir maaşla yeni yapılmış bir rezidansta kalıp, haftanın çoğu günü dışarıda yemek yemek mümkündü. Bu tür artılardan en çok aklımda kalanı, sadece 10 dolar gibi cüzi bir rakama bir buçuk saat masaj ve limitsiz yemek ve içecek sunan Bodhi Spa. Hala bazen sırf orası için Pekin'e uçabileceğimin şakasını yaparım.
Kısa bir süre sonra Steven Holl'un New York Ofisi'ne transfer olmam gerektiği için kendimi yine bambaşka bir çalışma ortamında buldum. Kendini gözümün önünde yenileyen Pekin'den sonra, benzer bir değişimi yüzyıl başında geçirmiş New York'a yerleştim. Pekin'de fiziksel değişim baş döndürüyordu, New York'ta ise şehrin temposu… Tabi oradaki 4 yılı birkaç paragrafta anlatmak güç, fakat özetlemek gerekirse benim için en dikkat çeken yanı zamanın ne kadar çabuk geçtiğiydi. New York'un insanı içine çeken çarkına girince çıkmak iyice güçleşebiliyor. Hafta içi (ve sonu) yoğun iş saatleri, bu saatlerden artakalan kısıtlı zamanlarda şehirdeki sergi ve konserlere yetişme telaşı, bir yandan da zar zor kazandığınız ama fahiş kiraları ödemeye ancak yeten maaşınızı yeni sezon kıyafetlerine, yeni açılan lokantalarda harcama isteği… Bunlar elbette her şehirde mevcut, ama kanımca New York'ta daha yoğunlaştırılmış şekilde hissediliyor.
New York'un en sevdiğim yanlarından biri de şehrin üstünüze geldiği vakitlerde insanlara kaçabilecek parklar sunması. Metroya atlayıp ya da varsa bisikletinize binip kısa bir sürede Central Park ya da Prospect Park gibi yerlerde ağaçların gölgesi altında gezinmek, piknik yapmak mümkün. İki sene önce açılan High Line ise şehrin içinde yeşillikler arasında yürümek için çok farklı bir alternatif sunuyor. Eskiden bölgedeki fabrika ve depolara mal taşımak için kurulmuş yerden yükseltilmiş demiryolu hattının yenilenip yeşillendirilmesiyle oluşturulmuş.
Steven Holl'un hem Pekin ofisi hem de New York ofisi müthiş bir hız ve üretim gücüyle çalışıyordu. Fakat ikisinin arasında yatan fark, bu devinimin ardında yatan sebeplerdi: İlki, binaların hızlı inşaatı yüzünden hızlı çalışırken, New York ofisi ise yeni projelere tasarım yetiştirmek için bu tempoda ve geç saatlere kadar faaliyet gösteriyordu. Usta-çırak ilişkisinin halen kısmen mevcut olduğu New York ofisinde uzun saatler geçirirken yakındığım çok olmuştur. Ama bana bu kadar etraflı bir deneyim sağladığı için şu an iyi ki bu maceraya atılmışım diyebiliyorum.
New York'taki iş ortamı çok hırslı –hatta acımasız- ve insanı diken üstünde tutan nitelikte… Fakat buna bağlı olarak da iş kalitesi ve belli ideallere olan saygı da bir o kadar yüksek. Ayrıca birçok farklı ülkeden gelmiş mimarla büyük projelerde çalışmak zor olduğu kadar ödüllendiriciydi. Birçok bakımdan ofis benim için ikinci bir okul niteliğindeydi. Gerek lazer kesici ve 3 boyutlu baskı makineleriyle cebelleşip maket yaparken, gerek Rhino ve AutoCAD dünyasında dertli saatler geçirirken, hep yeni şeyler öğreniyor olmanın tatmini beni devam etmeye itekliyordu.
Ofisin bana kattığı en önemli şeylerden biri de çevreye duyarlı mimarlığa karşı gözlerimi açmasıydı. Şunu belirtmem gerekir ki, Steven Holl'un çoğu projesi bu konuya çok önem verilerek tasarlanmış ve LEED sertifikası taşıyor. Bu sayede ben de geçtiğimiz sene USGBC'nin düzenlediği sınava girip LEED AP BD+C (Building Design and Construction) ünvanımı aldım. Ofiste 4 sene boyunca değişik ölçek ve tasarım sürecinde birçok projede çalıştım. Bunlar arasında Çin'de Chengdu şehrinde ofis ve apartman binaları içeren bir kompleks, Amsterdam'da bir ofisin renovasyonu, New York'ta bir üniversite yapısı ve müstakil bir ev gibi ilginç projeler mevcut.
Zamanla yeterli deneyim edindiğimi hissettiğim ve bir yandan da artık başkalarının değil kendi tasarladığım projeleri gerçekleştirme isteğimin iyice arttığı için İstanbul'a geri döndüm. Şimdi kendi ofisimi açmanın hazırlıkları içindeyim. Belki bir süre İstanbul'dan uzakta kalmış olmanın getirdiği farklı bakış açısındandır, ama burada da Pekin'deki heyecanlı ortama benzer bir hava gözlemliyorum. Sanırım önümdeki günler yabancı topraklarda geçmese de bir o kadar sürükleyici ve kendimi çok farklı açılardan keşfedeceğim bir süreç olacak.