Erasmus… Hayatımın en önemli dönüm noktalarından biri diyebilirim. Hiç bir beklentim olmadan yaşadığım süreç, ilerisi için ne yapmam gerektiği konusunda kapıları açan bir dönem oldu benim için.
Erasmus… Hayatımın en önemli dönüm noktalarından biri diyebilirim. Hiç bir beklentim olmadan yaşadığım süreç, ilerisi için ne yapmam gerektiği konusunda kapıları açan bir dönem oldu benim için.
Mimarlık hakkında hiç bir fikrim olmadan kazanmıştım bölümümü. Aklımda teknik bölümlerde okumak varken, tamamen farklı bir dünyada bulmuştum kendimi. Üniversitenin ilk yıllarında bu, zaten büyük bir sorun olarak karşıma çıkmıştı. Isınamamıştım bir türlü. Bunun en büyük sebebi de, sanırım isteksizlikti. Üniversite yıllarıma gelene kadar hiç bir başarısızlık yaşamamış ve hep iyi bir öğrenci olmuştum fakat bu, 2003 yılında tamamen değişmişti; adaptasyon sorunu başlamıştı. Bir çizgiye başlamışken, onu silip atmak yerine "Bir şekilde devam etmeliyim" diye düşünürken ve beni mimarlığa yakınlaştıracak bir şeyler ararken karşılaştım Erasmus programıyla… Dünyadaki şeyleri merak edip, farklı kültürler tanımayı seven bir insan olarak " Erasmus" bana, "İşte aradığım şey bu!" dedirtti. Biraz bulunduğum ortamdan uzaklaşıp, çevredeki diğer olayları görmek istedim.
İlk sene geç haberim olduğu için giremedim sınavlara. İkinci denememde de çok istekli ve kararlıydım. Ama yine olmadı. Ve "Artık nasıl olsa son sınıfım; bir denemekten bir şey çıkmaz" düşüncesiyle yeniden katıldım mülakatlara. Daha önce aklımda Almanya, İtalya gibi "gözde" ülkeler var iken, Portekiz çarptı gözüme… Ve sadece Portekiz için denedim şansımı.
"Tam ümitlerin yok olduğu anda başlar bazı şeyler" diye bir laf vardır ya… Aynen öyle oldu benim için. Bir kaç problemli aşamadan geçtikten sonra da kendimi, dünyanın en güzel kentlerinden biri olan Lizbon'da buldum.
Yurtdışı ziyaretlerimden ötürü ülke dışında pek çok tanıdığım vardı. Onlar sayesinde Lizbon'a alışmakta da pek zorluk çekmedim. Genellikle Erasmus'a giden insanların ortak problemi, tanıdıkları kimsenin olmayışı, farklı kültürler, konaklama gibi şeylerdir. Benimse tam olarak da en sevdiğim yönü buydu Erasmus'un…
Vize problemlerim nedeniyle bir ay gibi bir gecikme ile başlamak zorunda kaldım okula. Dil konusunda da tereddütlerim vardı. Fakat okula gidince, kafamdaki tüm problemler çözüldü. Proje hocamız gerçekten mükemmel bir insandı. Okulda öğrencilere, klasik öğretmen – öğrenci ilişkisinden ziyade sanki bir iş arkadaşı gibi yaklaşılması, projelerin bu şekilde ilerlemesi de beni mimarlığa yaklaştırmak için oldukça yeterliydi.
Kent, yeni yapılaşmanın pek yaygın olmadığı bir yerdi. Almanya hayranı bir insan olarak dikkatimi çekti; ne gökdelenler, ne çelik yapılar… Hiç biri yoktu. Konutların bir çoğu restore edilmiş yapılardı. İstanbul'a çok benzettiğim bu şehrin sokaklarında gezerken, o kültürü yaşayabilmeniz mümkündü.
En çok ilgimi çeken, kentin hoyratça yıpratılmamış, eskitilmemiş olmasıydı; saygısızca hiç bir müdahale yoktu. Modernizm genelde iç mekanlarda çözülmüştü; güzel tarafı da bu sanırım… Tarihi güzelliği altında ezilebileceğiniz yapılar ve onunla beraber gelişen irili ufaklı birimler…
Bazen bir sokaktan geçersiniz; tarih kokusu vardır. Fakat bir kapıdan diğerine geçtiğinizde olay değişir. Her kapıdan farklı sürprizler çıkmaya başlar.
Başkentlerde problem, genellikle kimlik problemidir bence. Kaybolur zamanla…. Fakat Lizbon da –sanki buna inat- kimliğini çok iyi korumuş. Büyülenmemek mümkün değil. Doğası, tarihi, bugüne kadar oldukça iyi korunmuş.
Kanımca, böyle bir şehirde yaşarken herhangi bir insanın kentin tarihiyle, mimarisiyle ilgilenmemesi mümkün değil.
Böyle büyülenmiş şekilde Lizbon'da yaşarken, okuldaki motivasyonumda da oldukça güçlü değişimler gözlemledim. Proje arkadaşımla gösterdiğimiz çabanın da karşılığını aldık zaten. Hocamız, ilk başta bizden pek umutlu değilken, daha sonra gösterdiğimiz performansla onu da şaşırtmayı başardık. Ama ben bile şaşırmıştım doğrusu… İkinci dönem proje sonrası mimarlık konusunda ilk adımımı zaten "isteyerek" attığımı düşünüyorum. Lizbon'da bu konuda kendime güvenim artmıştı. Artık bilerek konuşmaya başlamıştım.
Bu böyle giderken dönem sonunda Erasmus eğitimi bitmiş ve herkes toplanmaya başlamıştı. Ben ise bunu yarım bırakamazdım. Okul dönemi boyunca biraz çevre edinmiştim. Bu sayede mimari bir ofiste iş buldum. Stajyer mimarlık yapma şansım oldu. Ama üç ay gibi bir deneme süresinden geçmem gerekiyordu. Okul biter bitmez İstanbul'a dönüp okul kaydımı dondurdum ve Lizbon'da "Respace" adı bir firmada çalışmaya başladım. Daha önce yaptığımız stajları saymazsak ilk ve asıl iş deneyimimdi. Ancak yabancı olduğum için işim daha zordu. Kendi çizgimi göstermem gerektiğine inandım ve bunu da başardım. Üçüncü ayın sonunda, yaptığım sunumla bunu kanıtladım ve artık asistan mimardım.
Ofis çok yönlüydü. Bir yandan iç mimarlık projeleri diğer yandan dizayn öte yandan restorasyon derken, yavaş yavaş olayları çözmeyi başardım. Buradaki çalışma ortamı da çok farklıydı. Motivasyonum hep yüksekti. İstanbul'un en önemli sorunlarından biri olan "stres", burada hiç bir şekilde yoktu. Fikirler beraber tartışılıp masaya konuluyor, proje yapılıyor ve bir yandan sosyal hayat devam ediyordu.
Bir sene süren Lizbon'daki çalışma hayatıma, kısa süreliğine ara vermek zorunda kaldım. Artık yarıda bıraktığım bir şeyi bitirmem gerekiyordu. Yaklaşık yedi aydır Türkiye'deyim ve iki ders sonunda alacağım diplomamı bekliyorum.
Kısacası, belki de farkında olmadan kendime uygun bir yerde yaşama,okuma ve çalışma şansım oldu. Bunu da tamamen Erasmus'a borçluyum! Belki hayatımda Erasmus programı olmasaydı, Portekiz'deki bu şansı yakalama fırsatım bile olmayacaktı. Bu şansı elde etmemi sağlayanlara bol teşekkür borçluyum.