İnsanlar metaforik ilişkiler kurmayı, bir şeyleri benzetmeyi sever. Yapılan kimi benzetmelerin, kurulan kimi metaforların ise terimleri, hayvanlar ve mimarlıktır; yani kentlerin, binaların, mekânların ya da yapı birimlerinin birtakım hayvanlara benzetilmesi söz konusudur.
Hayvanlara benzetilen kentler, binalar...Mobilyaları ve binaları canlı varlıklarla özdeşleştirme geleneği Romalı yazar Vitruvius'e kadar uzanır. Ve nihayet, Le Corbusier'nin "Urbanisme" adlı kitabının bir yerinde "La Bete, La Grande Ville", yani "hayvan, büyük kent" sözcüklerinin yer aldığını anımsatmak istiyorum. Örneğin, İstanbul'a 16.yy.'da gelen Pierre Gille adlı bir araştırmacı, Tarihi Yarımada'yı bir kartalın kafasına benzetir.
Oysa genç yazarlarımızdan Sunay Akın, kentin aynı bölgesi için şunları yazar:
"1453 yılına kadar İstanbul, kubbeli yapılarıyla bir gergedan kent görünümündeydi. Fatih sonrası, Bizans topraklarına eklenen minareler ve yeni yapılan camilerle, bu görünüme zürafa da katılmış oldu. Salacak kıyısından Sultanahmet ve Ayasofya Cami'lerinin bütün ihtişamıyla boy verdiği tarihi yarımadaya baktığınızda, sanki fotoğraf çektirmek için bir araya gelen gergedan ve zürafaları karşınızda gülümserken bulursunuz. Sâmiha Ayverdi'ye göre ise bu kent, "Asya ile Avrupa'nın ortasında, boşluğa kurulmuş bir örümcek ağı gibi(dir)." İstanbul, tek örnek değildir. Bir hayvana benzetilen daha başka kentler de vardır. Sözgelişi, "Sokrates'in Savunması"nın yazarı Platon'a göre Atina şehri büyük ve cins bir at gibidir. İmparatorluk dönemi Roma'sı ise, gücü dolayısıyla aslana benzetilir.
İnsanların genelde benzetme, özelde de hayvanlara benzetme tutkusundan, kentlerin yanı sıra tek tek binalar da paylarını alırlar. Hayvanlarla binalar arasında kurulan benzerlikler her zaman açık seçik, ayan beyan olmayabilir. Çoğu kez bunları fark edebilmek için belli bir incelik, belli bir duyarlık, beli bir anlatma ve anlama ustalığı gerekir.
Fali Yerlileri'nin kaplumbağanın bedenini çağrıştıran ev şemaları
Kimileri ise daha da ileri gitmişler, insanların mimarlığı hayvanları taklit ederek öğrendiklerini, yani bir anlamda, hayvanların insanlara mimarlık konusunda hocalık yaptıklarını söylemişlerdir. Örneğin, Orta Afrika'nın Batı bölgesinde yaşayan Fali halkının inancına göre, öğretmen bir kaplumbağadır, çünkü bu ilkel topluma göre insanların inşa ettikleri ve içinde yaşadıkları evin modeli onlara o hayvan tarafından verilir. Bu kavmin atası olan ilk çift, ilk evi, kaplumbağanın verdiği bilgiler doğrultusunda, onun denetimi altında yapmıştır. Bu konutların planı, kaplumbağanın bedensel yapısını çağrıştırır. Aynı nedenden dolayı, Yeni Gine'nin Papua bölgesindeki evler, ağzı açık bir timsaha benzetilerek yapılırlar. Dokular, sanki nehir kıyısında bir timsah uzanıyor gibidir. Burada, nehir ve timsahlar, insan ve doğa ortak bir saygı çerçevesinde yaşamayı öğrenmişlerdir. Sepik Nehri, ahşap işlemelerinin kalitesi ve Haus Tambaran adı verilen evlerinin etkileyici mimarisiyle dünyanın ünlü bölgelerinden biridir. Geleneksel olarak, Sepik sanatı, büyü, mit ve ritüellere hizmet etmesi amacıyla yaratılır. Kutsal evler, halkın ataları ve mitsel olaylar ile dekore edilmiş maskların asıldığı korunaklarla sıra halinde yapılırlar.
Papua Yeni Gine Evi
Buna ek olarak, Wright'ın Taliesin'deki öğrencilerine, çok değişik biçimlere sahip olan deniz kabuklarından esinlenmelerini, yani onlardan bir şeyler öğrenmelerini önerdiğini biliyoruz. Victor Hugo, adını bu binadan alan ünlü romanında şunları yazar: "Ona sanki kilise sallanıyormuş, canlanıyormuş, yaşıyormuş gibi geliyordu ve her kolon, sanki koskocaman bir ayak oluyordu. Ve sanki dev katedral, ayakları olan kolonlarla yürüyen, iki kulenin hortumu olduğu bir çeşit olağanüstü filden başka bir şey değildi."
Benzetmeyi çok seven, tanrıları kendisine, sevgilisinin dudaklarını kiraza, gezegenlerin yörüngelerini atomların yörüngelerine ve daha pek çok şeyi pek çok şeye benzeten insanın, mimarlıkla hayvanlar arasında da birtakım benzerlikler kurmasına şaşırmamalıdır. Bu benzetmelerin kimileri daha bir metaforiktir, mecaz anlamlıdır, simgeseldir, edebidir. Sydney Opera Binası'nın (Jorn Utzon) kabuklarını yelkenlere benzetenlerin yanı sıra, çiftleşen kaplumbağalara benzetenler, Bozcaada'nın yukarıdan bakıldığında, bir kuyruklu piyanoyu andırdığını söyleyenler vardır.
Alfred Messel'in Berlin'de inşa ettiği Wertheim Mağazası'nın çatısından bir çift kuşkulu göz bizi süzer. Paris'teki Castel Beiranger'i çevreleyen demir parmaklıklar sinek bacaklarını andırır. Malezya'daki Putraya Kültür Merkezi (Hijjas Kasturi), heran bizi ısırıverecekmiş gibi duran bir böcektir sanki. Gateshead'deki Sage Sanat Merkezi ise, daha zararsız, kirpi gibi bir hayvanı çağrıştırır.
Soldan sağa: Wertheim Mağazası, Alfred Messel, Berlin. Castel Beiranger, Paris. Yukarıdan aşağıya: Sydney Opera Binası, Jorn Utzon, Sydney. Sage Sanat Merkezi, Norman Foster, Gateshead.
Bir başka Fransız yazarı, Roland Barthes ise Paris'teki bir başka ünlü yapının, Eiffel Kulesi'nin bir değil birçok hayvana, bacakları koparılmış bir böceğe, gökyüzüne yükselen bir kuşa, bir zürafaya benzetilebileceğini belirttikten sonra; "Kule'de bir hayvana özgü nitelikler bütünü, bir hayvanlık niteliği vardır" der.
Putraya Kültür Merkezi, Hijjas Kasturi, Malezya.
Öte yandan, binalarla hayvanlar arasında benzerlik ilişkileri kuran mimarların da bulunduğunu biliyoruz. Bu gibilere örnek olarak, Erken Cumhuriyet döneminde Türkiye'ye gelen yabancı mimar Jean Walter'in, Ankara'da yapılmak üzere tasarladığı 15 katlı tıp fakültesi binasını çok iri bulduğu için şöyle eleştiren Orhan Alsaç'ı gösterebiliriz: "O bina, projesi gibi uygulanırsa, Ankara'nın ortasında bir tepe gibi oluşturacaktır. Ankara'nın ortasında, koskoca bir mamut gibi yatıp, duracaktır." "Beş Şehir" adlı ünlü kitabında, Ankara Kalesi'nin içindeki Alaaddin Camii'nin, "ovayı asırlardan beri şahin gibi süzdüğünü", Bursa'daki Yıldırım Külliyesi'nin, "göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde" beklediğini söyleyen Ahmet Hamdi Tanpınar da, binaları hayvanlara benzeten yazarlar arasındadır.