İnsanlar metaforik ilişkiler kurmayı, bir şeyleri benzetmeyi sever. Yapılan kimi benzetmelerin, kurulan kimi metaforların ise terimleri, hayvanlar ve mimarlıktır; yani kentlerin, binaların, mekânların ya da yapı birimlerinin birtakım hayvanlara benzetilmesi söz konusudur.
Bir böceğin içinde yaşamak!
Mimarlık dünyasında hayvan formlarına analojiye yönelimin çok çeşitli nedenleri bulunuyor. Bunların başında da mimarlık ideolojilerinin eski kuramlarının artık çoktan geçerliliğini yitirmiş olması geliyor. Artık hiçbir mimar kendisini, ne modernizm ne de postmodernizm saflarından birine dahil olmak, düz çatılı ya da üçgen alınlıklı yapılar üretmek zorunda hissetmiyor. Tasarım yaparken hayal güçlerini sınırsız ölçüde zorlayabiliyor, kendilerini teknoloji ve etik değerlerin belirleyiciliği dışında tamamen özgür bırakabiliyorlar. Kısaca teknolojik ve kültürel koşullar bir aradayken, zoomorfizmin geçici bir heves olmaktan çok daha ötelere gidebileceğinden emin olmak hiç de zor değil. Sanat ve moda dünyası da -geçen yüzyılın- makine sevdasından çoktan uzaklaştı; artık, sağlıklı yaşam, insan bedeni ve doğaya dönüş gibi temalar daha çok tercih edilir oldu. Biyoloji, tüm terminolojisi ve imgeleriyle kültürel söylemi adeta istila etti.
Gateshead Milenyum Köprüsü, Chris Wilkinson, İngiltere.
Art Nouveau stili yapılarda hayvan ve bitki motifleri sadece dekoratif bir öğe olarak kullanılıyordu. Oysa günümüzdeki zoomorfik formlar stilistik arayışlardan çok fonksiyonel bir nitelik taşıyor. Peki, neden fonksiyonel bir yapının herhangi bir organik formu çağrıştırması gerekiyor? Gateshead Millenyum Köprüsü'nün tasarımını yapan Wilkinson Eyre mimarlık ofisinden Chris Wilkinson bu soruyu "Bu sadece tesadüfi bir esinlenme değil; hayvanların organizması ile yapının strüktürü arasındaki paralellikleri araştırıyoruz" diye yanıtlıyor. Yani zoomorfik mimarlar doğaya sadece biçimsel anlamda ilham almak için bakmıyorlar. Belki de sadece, doğanın çok önceden keşfettiği bazı gerçekleri onun izinden giderek bulmaya çalışıyorlar. Kimi, doğanın yarattığı mucize çözümlerden strüktürel ilhamlar alıyor. Kimi, organik formları kişisel mimari dil olarak benimsiyor. Bazıları ise, dev hayvan heykellerini anımsatan yapılarla kentsel semboller yaratıyor. Fonksiyonel, estetik ya da analojik, hangi yönden olursa olsun bütün yollar mimarideki en güncel ve en "tartışmalı" akıma, hayvan formlarına öykünen "zoomorfoloji"ye çıkıyor. Renzo Piano'nun Kansai Havalimanı'nın iç mekânında dev bir balinanın midesindeymiş gibi hissedip, devasa omurgasına hayran kalıyoruz. Koca havaalanı ise, kıvrak hareketlerle, eski çağlardan gelerek yeryüzüne yeni inmiş, upuzun bacaklı, büyük bir tarih öncesi kuşuna benziyor.
Kansai Havaalanı, Renzo Piano, Osaka.
Çocukken oynadığı böceğin formunda bir evde yaşayan heykeltıraş Mehmet Aksoy, "İnsanın yaşadığı yerde, etrafında gördüğü şeylerde kendisinden bir parça olmalı" diyor. "Heykelle mekân arasında nasıl sıkı bir ilişki varsa, insanla yaşadığı yer arasında da önemli bir ilişki var. Ben heykeltıraşım, formlarla, mekânla işim var. Ama kendi mekânım bana uymuyorsa, mekânsızlıktan ölüyorsam ben orada heykel düşünemem. Bir yeri mekân yapan orada yaşayan insandır. Etrafımda gördüğüm şeyler benden bir parça olmalı, bana uymalı... Mekân gittikçe bana benzemeli. Ancak o zaman aradığım motivasyonu bulabilirim." İşte bu kaygılar ve arzular Mehmet Aksoy'a kent dışında, Polonezköy'den birkaç kilometre uzaklıkta tasarımı kendisine ait olan özel bir atölye-ev inşa ettirdi. Aksoy evin tasarımını yaparken Mısır firavunlarının bereket sembolü olan kutsal böcek "scarab", bizdeki bahtsız adıyla "bokböceği" formundan esinlenmiş. Bu böcek aynı zamanda Mehmet Aksoy'un çocukluğunda çok sevdiği, oynadığı bir böcekmiş. "Scarab, Mısır'da kutsal kabul ediliyor. Güç, yaratıcılık ve bereket anlamı taşıyor. Bu böcek kendi dışkıları top top yapıp toprağa gömüyor sonra da doğaya yararlı şeyler üretiyor. Eski Mısır'da bu top dünya, bu böcek de kutsal güneş olarak algılanıyormuş. Ama bizdeki adı ne yazık ki hiç de öyle karizmatik değil. Ben küçükken bu böcekle oynamayı çok severdim. Çok güzel metalik, yeşilimsi bir rengi vardır böceğin."
Böcek Ev, Mehmet Aksoy, Polonezköy.
Diğer yandan, Frank Gehry ve Santiago Calatrava gibi çağdaş mimarinin en önemli isimlerinin yapılarını ısrarla balık ya da kuş biçimindeki inanılmaz formlarla biçimlendiriyor olmaları bir tesadüf mü sizce? Peki ya, üst üste iki kez Stirling ödülüne layık görülen Wilkinson Eyre ya da "London Eye"ın yaratıcısı Marks, Barfield gibi en teknokratik İngiliz mimarların bile büyük metropolleri dev hayvan heykellerini andıran yapılarla dolduruyor olmaları?
Norman Foster'ın Londra'daki 40 katlı ofis binası "Swiss Re'den herkes ‘erotik salatalık' diye söz etse de, yapı sebzeden çok bir hayvanı çağrıştırmıyor mu? Foster, mimarlıkta "zoomorfik bir hareket"in varlığından çok da emin olmadığını düşünüyor, ama "Strüktürel formlar kimi zaman çok daha organik ya da akışkan olabilir" demekten de kendini alamıyor.
Eero Saarinen'in projelendirdiği New York'taki "TWA Terminal" havalimanı ile Calatrava'nın Lyons, Satolas'taki tren istasyonu dev betonarme kanatlarıyla ve Hans Hollein'in dev bir kabuklu deniz hayvanını çağrıştıran Fransa'daki Vulcania binası bu eğilimin en güncel örneklerinden bazıları.
Son olarak da, hiçbir metafizik bağlantı söz konusu olmaksızın yapılan hayvan biçimindeki tasarımlara örnek olarak ise, Paris için düşünülmüş ancak hiçbir zaman inşa edilmemiş olan fil-binayı ve İngiltere'ye göç etmiş Iraklı mimar Basil Y.R. Al-Bayati'nin kuş motifiyle tasarladığı bina cephesini gösterebiliriz.