Dinle sevgili, bu satırları okurken, benim gözlerimle göreceksin, yeryüzünde daha önce görmediğin bir kara parçasını. Benim gözlerimle gördüğüm senin belleğine eklenecek kelimelerimle. Duymak isteyeceğin ama belki de asla sarf etmeyeceğin sözler fısıldayacağım kulağına. Belki biraz Kafka olacağım. Çok eskide kalmış bir kentin tozlu anılarını anlatırken, sana aşkımı da ilan edeceğim. Kafka’nın Milena’ya söylediği gibi; “Beni sana getirecek bir yol bulmuştum, karanlıktan aydınlığa kavuşacaktım. Bir çırpıda yüreğimle açtığım bu yolu kapatmak, ağır ağır dönmek, vazgeçmek zor geliyor biraz…” Kafka’nın aşkının izinde; “Sen bir bıçaksın, ben de durmadan içimi deşiyorum o bıçakla, dersem gerçek sevgiyi anlatmış olurum belki”.
Ey bakış: Yeni, sıcak, tutulmaz dalgası yüreğin,
Göz hep ayna, aynadaki odak noktası göz: yüreğin kız kardeşi.
R.M.Rilke
Dinle sevgili,
Bu satırları okurken, benim gözlerimle göreceksin, yeryüzünde daha önce görmediğin bir kara parçasını. Benim gözlerimle gördüğüm senin belleğine eklenecek kelimelerimle. Duymak isteyeceğin ama belki de asla sarf etmeyeceğin sözler fısıldayacağım kulağına. Belki biraz Kafka olacağım. Çok eskide kalmış bir kentin tozlu anılarını anlatırken, sana aşkımı da ilan edeceğim. Kafka'nın Milena'ya söylediği gibi; "Beni sana getirecek bir yol bulmuştum, karanlıktan aydınlığa kavuşacaktım. Bir çırpıda yüreğimle açtığım bu yolu kapatmak, ağır ağır dönmek, vazgeçmek zor geliyor biraz…" Kafka'nın aşkının izinde; "Sen bir bıçaksın, ben de durmadan içimi deşiyorum o bıçakla, dersem gerçek sevgiyi anlatmış olurum belki".
Sana bahsetmek istediğim bir kent var. Dünyanın en tutkulu aşklarından birine sahne olmuş bir kent burası. Benim de zamanında o aşıklar gibi kendimi kaybettiğim bir kent. Prag… Sana söz etmek istediğim büyülü dünya parçası… Kafka'yla Milena'nın eşsiz aşklarına tanık olmuş şehir. Kafka'nın etine batan ama ona acılı bir zevk veren bir pençe. Yaşadığı aşk gibi tıpkı. Hep kaçmak istediği ama etinden bir parça kopmadan asla terk edemediği varlık…
Kaçıp gitmek istedikçe seni daha çok içine, kendi bataklığına çeken kentler vardır. Prag da onlardan bir tanesi. Tam da bu nedenle İstanbul'a benzetiyorum orayı. Ne kadar kurtulmak istersem daha bir saplanıyorum bu şehrin midesine. Kaçış planları yapmak boşuna; "Her pansiyonda, her kentte beni böylesine gülünç, böylesine ölümcül bir sıkıntı mı bekleyecek?" Her seferinde terk etmeye karar verdiğin ama bir dokunuşuyla tekrar geri döndüğün bir sevgili gibi. Aşkın artar hep nefretinle beraber, her terk ediş ve her geri dönüşte… Belki de olgun aşklar böyle yaşanır. Olgun kentleri yaşar gibi. Bir kaçıp bir geri gelerek. Her kaçışında yeni bir yönünü keşfederek o kentin. Kentle birlikte büyüyüp olgunlaşarak. Evrim geçirerek, dönüşerek. Başka türlü yaşanmaz ilişkiler, başka türlü yaşanmaz bir kentin sokakları, düşüp düşüp kalkmadan sert kaldırımlarında…
Kafka diyor ki; "Geriye dönüp baktığımda, benim için gece diye bir şeyin var olduğunu söyleyemeyeceğim. Senin de düşünebileceğin gibi hep gündüzü yaşadım. Günün değişik zamanları diye bir şey yoktu benim için. Işık durumunda değişiklik diye bir şey de söz konusu değildi". Gerçekten de Prag, geceleri sanki içine kapanan, taş duvarların ardına çekilen bir kentti. Işıklarının karanlık sokaklarda eridiği, yalnızca gündüzleri homojen ve sisli bir ışığın şehri sardığı bir kent. Işıksız bir kent. Kocaman bir yer altı mahzeni gibi. Yaz aylarında bile o neşeli parlaklıktan eser yoktu.
Prag'ı dinle sevgili,
Sana anlatacağım, belleğimde kaldığı kadarıyla. Senin hiç görmediğin yerleri, izleri ve kokuları bile anlatacağım sana. Prag'ın fısıltısı benim fısıltım oluyor sevgilinin kulağına. Prag… Belki bizim de herkesten kaçıp gizlice buluşacağımız ve karanlık sokaklarında sonsuzluğa karışacağımız kent olacak. Kim bilir?
Kafka diyordu ki Milena'ya; "Biz seninle yan yana durmuş, yerde yığılı kalan varlığımı seyrediyoruz; ama kendimi seyreden ben, cansızım artık…" Mezar taşları gibi, Kafka'nın doğduğu evin kararmış cephesi. Yılların aşındırdığı taşların arasında yeşil ve inatçı bitkiler büyümüş. Nereden geldiği belli olmayan keskin bir ışıkla daha da yeşil ve daha da inatçılar sanki. Daha yüksek sesle haykırıyor sonra Kafka; "Bir taş gibiyim adeta, kendi mezar taşımdan geri kalır yanım yok; özel ya da genel anlamda bir kuşkunun ya da inancın, sevginin ya da nefretin, gözü pekliğin ya da korkunun yuvanalanacağı bir boşluğu içermeyen bir taş; yalnızca belli belirsiz bir umut içimde yaşıyor; ama onun da mezar taşlarındaki kitabelerden üstün tarafı yok". Beklerken onu, bizden geriye kalanlar geçen dakikalara karışıyor. Bekleyene eşlik eden duvarlar gibi katılaşıyor zaman. Geriye kalanlar, zaman ve duvar aynı maddeden yapılmış sanki. Meydan okuyorlar bekleyene. Daha ne kadar bekleyebileceğini soruyorlar duvarlardaki izler. Kendi yüzünde oluşan çizgileri hatırlatırcasına. Acısını ve geçen zamanı hatırlatırcasına gaddar o duvarlar. Geriye kalan taş gibi çöküyor duvarın dibine, gözyaşı damlaları halinde akarak damarlarından.
‘Beni bu şehirden azat et', diye yalvarıyorsun bana sen de. İstanbul, hiç bu denli soğuk ve rüzgarlı olmamıştı. Yaşayacağın bir yudum hayat için vazgeçiyorsun bu şehirden. Kendini seçiyorsun. Bu kenti terk ederek. Yürek kendinden yanadır ya hep. Sen de haklısın, seni terk etmemekte kararlı bu şehir de haklı. Bir ben haksızım. Aşkta ve arayışta kendimden yana olmadığım içindir belki. Öyle ya, bir şehri terk etmek bir aşkı terk etmek kadar zordur. Kendini özgür bırakırken bir şeyleri terk etmenin verdiği vicdan azabıyla yanar insan. Özgür kalmak yanmaktır biraz da. Yana yana kentlerden, aşklardan geçmektir söz konusu olan, keşfederken insanlaşmanın yolunda.
Ama yine de içim boşalmış gibi hissediyorum. Sanki yüreğim koca bir kent. O kentte sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş ve sokaklarda kimsecikler yok. Büyük bir savaş sonrası kent gibi tıpkı. Binaların bütün camları kırılmış. Sokaklara akmış. Camlarda kan izleri var. Oluk oluk kan akıyor kaldırımlardan şehrin dibine. Durduramıyorum. Şehir senin adınla anılır oldu. Senin ikinci adınla. Senin ikinci adına özlemle. Çünkü sefa özlenir oldu şehirde. Mutluluk özlenir oldu. Bu soğuklar ve bu rüzgarlar fazla gelir oldu insanlara. Kent demek anılar demek. Bu rüzgarlar anıları silip denize taşır oldu. Bilinmeyen yerlere doğru. Özgürlük büyük özveriler gerektirir oldu. Büyük özveriler kenti yakar geçer. Anılarla beraber. Bir barınağa ihtiyaç duyar insan. Güvenli aile yuvasından uzağa gitmek özgürlükle, özgürlük vicdan azabıyla eşdeğer oldu. İstanbul, vicdan azabının keskin ucu oldu. Geri çağıran. Dönsen de kanatacak olan, dönmesen de. Aşk, her kentte aynı mı yaşanır?
Bu duygularla yürüyordum o büyük aşka sahne olan sokaklarda. Senin hiç görmediğin. Benim gözlerimle görebilirdin belki. Benim gözlerimle görmen için yazıyorum sana bunları. Çünkü göz dediğin bir mercek. Kaydeder. Aktarır. Benim merceğimle görüyorsun şu anda dünyayı; "akşam kafamda öğle öncesinin kısmen dayanıklı, ama güvenilirlikten uzak düşünceleri, bir gezinti yaptım. Chotek Parkı'nda oturdum. Prag'ın en güzel yeri. Kuşlar ötüşüyordu. Galerisiyle saray, üzerlerinde geçen yıldan kalmış yapraklarıyla ağaçlar, alacakaranlık…" Bak, şu anda benim ruh penceremden görüyorsun bu kenti. Prag'ı ve İstanbul'u benim anlattığım gibi hayal edebilirsin. Vlatava Nehri ve Boğaz'ın suları benim hissettiğim kadarıyla senin. Su demişken, aklım yine İstanbul'a gidiyor. Mavi suların taşıdığı sıradan bir vapur, sıradan insanlar ve kalbi aşkla yanan bir kadına gidiyor aklım. İstanbul demek, o kadının aşkı demek, tıpkı Kafka'nın Prag'ının Milena demek olduğu gibi; "Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur. Yağmurun karşısına çık, demirden okları bırak delsin vücudunu, seni sürükleyip götürmek isteyen suda kay, ama sürüklenme; başın yukarıda, ansızın parlayacak ve parlaması bundan böyle sona ermeyecek güneşi bekle…"
Prag'ın o meşhur yağmurunun altında yürürken, aklım Nisan sonunda, soğuk ve yağmurlu bir İstanbul gecesine gidiyor. Soğuğa ve yağmura rağmen yalnızca senin sıcaklığını hissettiğim o gece, İstiklal Caddesi'nde yürürken, aynı zamanda Prag sokaklarını düşünüyordum. İnsan, duygularıyla kentler arasında bağlantı kurabiliyor. Sanki dünya, kağıt üzerinde bir haritadan ibaret. Coğrafya diye bir şey yok. Sınırlar da. Düşünerek, istediğin an, istediğin yerde olabiliyorsun. O halde, o yeri terk etmek diye bir şey de yok. Düşüncende, istediğin an o kenti terk edip başka bir kenttesin. Sanki bir aşkı bırakıp, başka bir aşka yelken açmak gibi. Düşüncede.
O gece İstiklal Caddesi'nin parlak vitrin camlarından yansıyan ışık gözlerine düşmüştü. O zaman bunun, yaşadığın kentin senin için yeni bir parçasında yeni bir şey yaşamaktan ileri gelen heyecandan olduğunu düşünmüştüm. Şimdi o caddenin parlak gecelerini senin gözlerinin ışığıyla özdeşleştiriyorum. İstanbul'un ışıkları gözlerini hiç terk etmedi. Benim aklım geçmişin sisleri arasında dolaştığım Prag'a gidip gelse de, hep var olacak o ışık. Kentleri zihinde yaşatmanın en zevkli yanı bu olsa gerek. Sevdiğin kentin camlarından yansıyan ışığı sevgilinin gözlerindeki pırıltıyla anmak. Kafka'nın; "hayli yükseklerden, alacakaranlıkta bir melek, -maviye kaçan tüller içinde- altın sırmalarla donanmış olarak, beyaz ve ipeksi pırıldayan kocaman kanatlarla yavaş yavaş aşağı indi; kolunu havaya kaldırmış, kılıcı yatay durumda ileriye uzatmıştı. ‘Bir melekmiş demek!' diye düşündüm; ‘Bütün gün bana gelmek için uçup durmuştun da, ben inanç yoksunluğundan bunu sezememiştim. İşte şimdi bana bir şeyler söyleyecekti. Gözlerimi yere indirdim" sözleri eşliğinde, zamansız ve yaşsız iki meleğin yüzündeki muzip gülümsemeyi ve hüzünlü bakışlarını görünce sevgiliyi hatırlamak. Binanın karşısında onlar gibi taş kesilip kalmak. Aslında ben onlardan daha çok taşlaşmıştım o anda. "Nasıl hem hüzün, hem muzip gülümseme aynı anda var olur?" diyeceksin. Öyleyse aynaya bak diyeceğim sana, ama bana baktığın gibi bakmalısın.
Dedim ya, Kafka'nın gözünden, onun ruhuna bürünerek anlatacağım sana Prag'ı. Ayak izlerinden gideceğim, karış karış gezerken o büyülü şehri. Senin hiç bilmediğin kapılardan girerken, aklımda hep sen, benim gözlerimden göreceksin hiç gitmediğin o yabancı kenti. Öyle ki, bittiğinde bu hayali yolculuk, gitmiş görmüş kadar olacaksın belki de; "Geniş çimenlikleri seyrederken parktaki bir parmaklığın gözü dinlendirişi, beri yandan içinizde eşsiz bir saygının uyanmasına yol açışı gibi tıpkı".
"Hep bu başlıca korku. Keşke 1912'de bütün güçlerime tastamam sahipken, aklım başımda, içimdeki yaşam dolu güçleri bastıracağım diye harcadığım çabalarla henüz hırpalanıp örselenmemişken çekip gitseydim…" Kafka demişti ki, Prag'ın pençeleri var. Bu nedenle ayrılamıyorum bu kentten. Aşkı da, belki pençeleri olan bir şey gibi görüyordu. Terk edemediği, tırnaklarının etine battığı. Belki aynen senin gibi düşünüyordu aşkı o da, sevgili; "Genellikle terk edilmiş durumdayım, ‘memleketim' olan Prag'da da öyle, hem insanlar tarafından değil, -bu pek kötü bir şey sayılmazdı çünkü, yaşadıkça peşlerinden koşabilirdim-, insanlarla ilişkim ve insanlarla ilişki kurma yeteneğim bakımından bir terk edilmişlik; kapı dışarı edilmiş durumdayım…" Oysa bir kentte sefa sürersin, sevdiğin her şey o şehrin içinde olduğundan. Sevdiğin her şey, ruhunla birlikte yitip gittiğindeyse, artık senin de o şehri terk etmen gerekir. "Kendini gecenin kollarına bırakmış meydanda, sanki iki kol halinde akıp gidiyorum. Benim tutukevi hücrem, benim kalem: Prag" diyordu bu yüzden Kafka.
Ve Şato… "Şatoyu görmede pek çok olanak; düzlükten, bir köprüden, parktaki yapraklarını dökmüş ağaçlar ve ormandaki büyük çamlar arasından görebilme", neredeyse Prag'ın her noktasından görülüyordu. Gri siyah duvar, karanlık sarmaşıklar. Geniş tepenin üzerine kurulmuş bir şato. Daracık bir tünel, geniş meydandan, şatonun yer aldığı dağınık alana şaşırtarak çıkartıyor insanı. Kentler de anılar gibi eskiyor. Prag, eski bir kent. Hem anılar hem hayaletlerle dolu. Sanki orada aşklar da, yaşanmışlıklarla birlikte eskiyor, şatonun duvarları gibi tıpkı. Ve şehir ona dedi ki, yıllanmış duvarlarıyla, beni asla terk edemezsin. Beni sevmek zorunda değilsin ve benim için dua etmek zorunda da değilsin. O verdiğin terk etme kararı, gün gelecek, seni ölüme sürükleyecek.
Şehre özlem mi? Kesin değil. Bu şehir, daha çok özlemi davet ediyor, sonsuz özlemi…"Sokaklarda. Bir düşünce. Çaresizlik. Karanlık eve dönüp bakma. Kuleye ve mavi gökyüzüne bakış. Devinimsiz. Madem ki insan bir kez kendi vatanındadır, artık bir başka yere gidemez. Bundan dolayı koruluğa kaçıp sığınmadır Milena". Ama şehir diyor ki, asla kendine acımak yok, beni azat et. Ancak böyle arınabilirsin, bu kentin karmaşık deliliğinden, seni çok yakında çıldırtacak olan. Deli aşklarından, kafanın içinde durmadan yapıp yapıp bozduğun, yazıp yazıp üzerini çizdiğin…
Beni bu şehirden azat et…