Manzara kavramı şu an kullandığımız anlamına ne zaman evrildi, bilemiyorum ama onun da sözlükteki diğer kardeşleri gibi sanayi devrimiyle girilen bu çağda bir anlam kayması yaşadığı aşikar. Ya da bu durum mimarlık için böyle...
Horizon House, Shinichi Ogawa
"Manzara karşısında her zaman bir şaşkınlık içindeyiz... Sanki varoluşumuz bize yeniden veriliyor gibi, gizemli, anlaşılmaz." (1)
Manzara yaşadığım topraklarda tanrısal bir edim olarak görüldüğü için İslam ve geleneksel toplumlarda tanrının kendisi olarak kabul ediliyor. Manzara kavramını sorunsallaştırmış olan ben, bir batılı düşünme biçimiyle düşünmek zorunda bırakılıyorum. Hal böyle olunca bilimin Hristiyan topraklarında yeşerdiğini kabul ediyor ve manzarayı İslam toplumunda batılı tarzda yetişmiş biri olarak tanrısal edimin bir ürünü değil de onun kendisi gibi görüp, bu kavrama batılı kimliğime yeniden bürünüp O diyorum.
Manzara kavramı şu an kullandığımız anlamına ne zaman evrildi, bilemiyorum ama onun da sözlükteki diğer kardeşleri gibi sanayi devrimiyle girilen bu çağda bir anlam kayması yaşadığı aşikar. Ya da bu durum mimarlık için böyle.
TDK' nın internet sitesindeki arama kutusuna "manzara" yazdığımda karşıma çıkan şey, bu kavramın dört tane anlam ifade ettiği oluyor. Biraz şaşkınlık içinde bu maddeleri okuduğumda ise sonuç olarak bunların hiçbirinin bana bir şey ifade etmediği yönünde.
manzara (2)
1. isim Bakışı, dikkati çeken her şey. - "Karışık rüyalarda görülen manzaralar gibi dumanlı bir sahne." A. Gündüz
2. Görünüş. - "Boğaz'ın ucundan Karadeniz'e bir kapı gibi açılan manzara..." H. R. Gürpınar
3. Konusu bir doğa veya şehir parçası olan resim, gravür veya desen, tablo.
4. Durum. - "Bu sade dekor, ölümün manzarasını ulvi bir tablo gibi güzelleştirmişti." O. S. Orhon
O, bende ilk olarak bir isim veya durumdan ziyade fiil algısı yaratıyor; yönelme, duraklama, durma, bakma, sevişme, içme, belgeleme, tasarlama... Christian de Potzamparc 'ın da ifade ettiği gibi gizemli ve anlaşılmaz bir şey barındırıyor kendinde. Bizde uyandırdığı şaşkınlık ve huzur ile şehir planlarını baştan sona değiştirecek nitelikte bir his bu. Öyle ki insanın olduğu her yerde (özellikle metropollerde) o-nun adına topoğrafyayla kurulan bir ilişki söz konusu, eğer bu da yoksa yeni topoğrafyalar oluşturuluyor.
O, aslında insanın çevresiyle diyalog kurma biçiminin bir ürünü. Bu diyaloğun iki çeşidi var; bir tanesi yukarıda da örneklediğim gibi bir eylem biçimi, diğeri ise bireyin manevi varlığına hitap eden bir durum oluşumu. Durum belirten bu koldaki sözcüğün varoluşsal özü ise insanlığın estetik algısına göre sınıflandırılıyor.
Bu bağlamda o, iyi veya kötü sıfatlarını alabileceği gibi doğa ve şehir içerikli de olabiliyor. Bu iki yapılanma ise genellikle birbiriyle anılıyor. İyi bir şehri ifade etmek için kullanılabileceği gibi, kötü bir doğa oluşumunu ifade etmek için de başvuruluyor. Böyle bir durumda insan konum değiştiremiyorsa, gözün gördüğünü kendi estetik algısına göre değiştirmeye çalışıyor. Bunun sonucunda ne kadar başarılı oluyor, orası tartışılır ama bu bağlamda o-nun görülen peyzajla birebir ilişkili olduğu söylenebilir.
Psikologlar, sanat tarihçileri, sosyologlar, mimarlar bu duruma ne der bilmiyorum ama bana göre o, kendi iç huzurunu arayan birey için olmazsa olmaz bir şey. İç huzur demişken bunu aramaya gerek var mı ondan da emin değilim ama Budistler, papazlar ve bu dünyada manevi bütünlük kurmaya çalışan herkesin o-na yöneldiği aşikâr.
Madem o bize manevi duygular veriyor, ruhu besliyor ve acımızı dindiriyor, dünyevi ve fiziksel doyumlara kendimizi adamış olan bizler neden o-na bu kadar yönelme ihtiyacı duyuyoruz?
Bu soruya geleneksel toplumların yaşayış biçimlerine bakarak alternatif bir cevap üretmek istiyorum. Bunun tabi ki de bir tane cevabı olamaz, farklı bireyler için çok kişisel cevapları olabilecek bir soru sordum. Ama genel olarak hepimizin paylaştığı birtakım özellikler var. "İnsan, yaşadığı toplumun ürünüdür" diye boşu boşuna dememiş Karl Marx.
Minimalist House, Shinichi Ogawa
Modernizm ve ardından gelen küreselleşme çağı araçları hepimizin davranış biçimlerinde, psikolojik yapılanmasında ve toplumsal ilişkilerinde çığır açan bir değişiklik yaşattı ve yaşatmaya devam ediyor.
Franz Kafka'nın Gregor Samsa üzerinden anlattığı "Dönüşüm"e benzer bir mutasyon bu (3). Dönüşüme uğrayan bedene çağımızın hediye ettiği iki özellik var: Özgürlük ve Esaret. Bizi hiç bitmeyen bir döngüye sokuyor. Artık bir sürü olarak değil, toplum olarak yaşamak zorunda olduğumuz ama bahsi geçen bu "toplum" yapılanmasının sürekli bir sürüye dönüştürülmek istendiği, toplumun ise esir olduğunu sanıp sürekli bir özgürlüğe kavuşmak için çabaladığı paradoksal bir döngüye (her zaman sistemin zaferiyle sonuçlanan bir oyun) girilen bu dünyada bireyin kendisinde ister istemez kişilik bölünmeleri ortaya çıkıyor. Kişilik bölünmelerinin de dereceleri oluyor tabi, bu yüzden çoğu kişi bunun farkında bile olmuyor. Tek bir beden içinde, olmak istediğimiz kişilikleri medya aracılığıyla yarattığımız yanılsamalı benlikler (aktif beden) ile gerçekte olduğumuz kişilikler (pasif beden) olarak iki varlık barındırmaya başlıyoruz. Aktif ve pasif beden olarak ikiye bölünen kişiliğin farklı düşünceleri, algıları ve normları olmaya başlıyor. Aktif beden, bireyin sosyal hayatta gösterdiği performansın ana karakteri olurken, pasif beden izleyici konumunda bireyin kişisel öz varlığına tekabül ediyor. Bu ikisi ise sosyal hayatta gerçekleştirilen performansın niteliğine bağlı olarak birbirini besliyor. Sosyal hayatta iyi bir performans sergileyebilen beden, kişisel hayatı simgeleyen pasif beden tarafından sevilmeye başlıyor.
Metropollerde gerçekleşen bu "dönüşüm" bir yana, geleneksel yerleşimlerde her şeyin "saf" ve "temiz" halde kaldığını kabul eden bir batılı olarak Ağustos 2013 Yahşibey Atölyesi çalışmalarından edindiğim gözlemlerim ve araştırmalarım üzerinden biraz hayal kurarak devam ediyorum...
Bu yerleşmelerde insanların yaşayış biçimleri doğaya göre şekilleniyor. Hiçbir birey kendini doğadan soyutlayarak var etmiyor. Herkesin doğayla kurduğu hem bireysel hem de toplumsal ilişkisi söz konusu. Bu yüzden de onlar için en önemli duyu, dokunma duyusu haline geliyor ve diğer duyuları dokunmanın özelleşmiş duyu kipleri olarak kabul ediyorlar. Bu bağlamda bir köylü, içinde bulunduğu "manzara"ya bizim tabirimizle duyarsız kalabiliyor. Ama bu onu hissetmeyeceği anlamına gelmiyor. Bu süreçte şehirlinin manzara olarak nitelediği kavram onlar için bir değere dönüşüyor. Yapılarını ise bu değer üzerinden kurmuyor, çünkü yaptıkları yapılar da bu değerler sistemine eklemleniyor.
Buna paralel olarak insan çevresine anlam kazandırmak ve kendine bitmek bilmez ihtiyaç listesi hazırlayıp bunları karşılamak adına mimarlık yapıyor. Zanaat ustaları tarafından yapılan bu yapılarda cephenin çok büyük anlamı oluyor. Cephe iç mekânı saran bir kabuk olarak bilinçaltında tanımlanıyor ve iç mekânı dış mekandan keskin bir şekilde ayıran bir sınıra dönüşmüyor. Çünkü bu ayrım ironik olarak modern mimarların pencere boyutlarını artırarak iç ve dışı akışkan hale getirdiğini müjdelemeleriyle (görme duyusu üzerinden akışkan bir hale gelirken dokunma duyusuna bir sınır çiziliyor) daha belirgin hale geliyor.
Bu yüzdendir ki şöyle bir tespitte bulunsam çok yanlış olmaz: Evin içinde geçirilen zaman arttıkça pencere boyutları da buna oranla büyür ve bizim bildiğimiz anlamda "manzara" kavramı oluşmaya başlar, yani manzara/o/tanrı özne konumundan nesne haline dönüşür.
Peki bu yönelme esnasında durduğumuz noktayı neden hiç önemsemiyoruz?
yönelmek (4)
1. Belli bir yön tutmak, yüzünü belli bir yöne doğru çevirmek, teveccüh etmek.
2. mec. Amaç olarak benimsemek: "Şiire veda etti ve sanatın başka bir bölümüne yöneldi, hikâye ve romana." -Y. Z. Ortaç.
3. mec. Hedef almak: Suçlamalar bana yöneldi.
Yönelme esnasında birey, yöneldiği nesneye odaklanmaya çalışır. Bu odaklanma duyularımızı köreltir. Böylece nerede konumlandığımız ve bu yerin özelliklerini zamanla unuturuz. Bu süreçte yaşanan zaman ve mekan kayması ruhu ve kişiliği de pekala etkileyebilir. Bu etkilenme, dünyayı algılama biçimi ve karakter yapılanmamız açısından son derece önemli. Bu sürecin en kötü yanı ise görünmeyen alanın sürekli dokunduğumuz alan olması ve yarattığımız bu peyzajın başkasının manzarası olma durumu. Tam da burada dokunma duyusu önem kazanıyor. Manevi bütünlük sadece yönelme ile sağlanamıyor; içinde yaşanılan ve sürekli ilişkiye girilen mekânın doğaya kendi var olacağı zamana göre radikal bir biçimde eklemlenmesi gerekiyor.
Size anlatmak istediğim, bu süreci biraz incelemeniz. Yoksa burada bizim bildiğimiz anlamıyla "manzara"nın sadece görme duyusuna hitap ettiğini söyleyip olumsuz propagandasını yapmıyorum. Cephede açılan bu boşluklar boyut ve anlam değiştirirken, bizim iç/dış mekan ve eve atfettiğimiz anlam da bu süreçte dönüşüme uğruyor.
_______________________
(1) Christian de Portzamparc, Philippe Sollers, Görmek ve Yazmak, (çev.) Cem İleri, Yapi Kredi Yayınları, İstanbul, 2010.; s. 52
(2) http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.545cbae2a17176.78319224
(3) Franz Kafka, Dönüşüm, (cev.) Ahmet Cemal, Can Yayınları, İstanbul, 2010.
(4) http://www.sozce.com/nedir/346625-yonelmek