Mimarlık pratiğini Ankara'da sürdüren Zuhal Ekinci, modern zamanı ve kent yaşamını, Richard Sennett'in "Ten ve Taş" adlı kitabı üzerinden yeniden yorumluyor.
Mimarlık pratiğini Ankara'da sürdüren Zuhal Ekinci, modern zamanı ve kent yaşamını, Richard Sennett'in "Ten ve Taş" adlı kitabı üzerinden yeniden yorumluyor.
William Hogarth, "Beer Street", 1751, gravür. Lewis Walpole Kütüphanesi Koleksiyonu, Yale Üniversitesi.
Evler, sokaklar, şehirler yaratır, içinde yaşarız. Modern zamanlarda modern şehirler, modern evler… Canımız sıkıldı, şöyle bir gezelim dedik, nereye gitsek diye düşünürken hemen yakınımızdaki alışveriş merkezine attık kendimizi. Ortalık kalabalıktı, insanı gizliden yoran bir ses uğulduyordu kulaklarımda, yoruldum, bir kahve içmek için oturdum. Sağımdan solumdan insanlar geçiyordu, nerede başladığı nerede biteceği belli olmayan gürültülü bir ırmak gibi, sanırım sadece geçip gidiyorlardı. Bundan çok daha büyük bir hızla şehri, caddelerini geçip evlerine gideceklerdi.
Birbiri ardına ürettiğimiz toplu konutlar ve alışveriş merkezleri, toplumu oluşturan kalabalığın en çok kullandığı mekânlardı. Bugün yeni yerleşim yerleri şehir dışında oluşturulmakta ve artan nüfus, şehri çevreleyen ama aynı zamanda da şehirden uzaklaşan bu oluşumun içinde kendine yer bulmakta. Yaşadığımız yer, bir toplu konut bir de şehirden (karmaşadan) biraz uzak olunca daha değerli, daha modern oluyordu. Bugünlerde bunu anlamakta zorlanıyorum, bir de kapalı güvenli bir mekânda, vitrinler önünde ve arkasında, kalabalık içinde olmanın bir sosyalleşme biçimi haline gelmesini anlayamıyorum. Tüm bu organizma hangi ihtiyacın sonucuydu? Ne arıyorduk ne buluyorduk tüm o tecrit mekânlarında ve karmaşada?
Evlerimiz böyle mesafeli iken, sınırlarımız bu kadar çokken, nefes almak için yine sınırlı, belirli bir alanda kalabalık olmayı seçmek… Belki de bu iki uç arasında salınıp duruyorduk sadece. Nasıl bir bağ kuruyorduk? Bu soru üstüne düşünmeye başladığımda en çok korktuğumuz şeyin, yaşadığımız şehirle, mekânla ve insanlarla bağ kurmak olduğunu fark ettim
Bu, temelde sosyolojik bir sorun gibi görülebilir ama ya şekil verdiğimiz şey bize şekil vermeye başladıysa? Sokakta oturmayı ya da şehrin gizli kalmış bir köşesinden zevk almayı, caddelere taşan masalarda şehrin orta yerinde oturmayı unutmaya başlamak, geçmişle aramızdaki bağı koparmak ve duymaz görmez olmak demekti biraz da.
İhtiyaç duyduğumuz şey bu muydu?
Richard Sennett, toplumsal düzenden bahsettiği yazısında, sosyolog M. P. Baumgartner'ın şu satırlarını ekliyor:
"Hayat, her gün, çatışmayı inkâr etme, asgariye indirme, sınırlama ve ondan kaçma çabaları ile doludur. İnsanlar karşılaşmalardan kaçınırlar ve yaraların deşilmesinden ya da nelerin yanlış olduğunu belirleyen kurallar koyulmasından çok rahatsız olurlar."
Öyle sanıyorum ki bu ihtiyaçtan ötürü kendi sınırlarımızı kendimiz çiziyorduk, ancak şehirlerin ve toplumların geçmişine uzandığımızda, düzen anlayışının ve insanların şehirle kurduğu ilişkinin bugün gelinen noktadan çok daha farklı olduğunu görüyoruz.
Sennett'in, William Hogarth'ın 1751'de yapmış olduğu iki gravür üzerinden geçmiş zamanı, insanlarını ve bu bedenlerin şehirle kurduğu ilişkiyi açıkladığı satırları düşündürücüdür:
"Hogarth, Beer Street ve Gin Lane adlı bu gravürlerde, dönemin Londrası'ndaki düzen ve düzensizlik imgelerini resmetmeye çalışmıştır. Beer Street'te dip dibe oturup bira içen bir grup insan, kollarını kadınların omuzlarına atmış erkekler görürüz. Hogarth'a göre, birbirlerine dokunan bedenler toplumsal bağı ve düzenliliği işaret ediyordu; bugün güney İtalya'nın küçük kasabalarında insanların, sizinle ciddi bir şeyler konuşmak için uzanıp elinizi ya da kolunuzu tutmaları gibi. Oysa Gin Lane'de bütün temel figürlerin cinle sarhoş olup kendi içlerine çekildikleri bir toplum sahnesi sergilenir; Gin Lane'deki insanlar ne birbirlerine ne de sokaktaki merdivenlere, banklara ve binalara dair bedensel bir duyuma sahiptirler. Bu fiziksel temas eksikliği, Hogarth'ın kent mekânındaki düzensizliği anlatmak için başvurduğu imgeydi. Hogarth'ın şehirlerdeki bedensel düzen ve düzensizlikle ilgili anlayışı, günümüzde kalabalıktan korkan müşterilerine yalıtılmış siteler inşa edenlerin kafasındaki anlayıştan çok farklıydı. Günümüzde düzen, temassızlık demek."
William Hogarth, "Gin Lane", 1751, gravür. Lewis Walpole Kütphanesi koleksiyonu, Yale Üniversitesi.
Ve şehir artık neredeyse sadece içinden geçip gittiğimiz bir şey. Yine de bazen sıkış tıkış bir mekanda oturmak istediğimiz oluyor, şehrin kuytu ya da ücra bir köşesinde, geçmişle bağ kurmaya çalışıyoruz belki de.
Modern zamandan antik döneme uzanıp insanların şehirle ve mekânlarla kurdukları ilişkilere baktığımızda, bunun en uç örneğini bize Yunanlılar verir. Şehir bedenin ihtiyaçları için vardı ve onunla şekilleniyordu. Bırakın sınırlar koymayı, sınırları özellikle sıcak bedenler için kaldıran mekânlar yaratıyordu Atinalılar.
"Yunanlıların insan vücudu anlayışı, farklı sıcaklıklara sahip vücutlar için farklı haklar ve kent mekânlarını beraberinde getiriyordu. Bu farklar en bariz biçimde cinsiyet ayrımında görülür, çünkü kadınların erkeklerin daha soğuk versiyonları oldukları düşünülüyordu. Kadınlar şehirde çıplak olarak boy göstermiyorlardı, üstelik sanki ışıksız iç mekânlar onların fizyolojilerine açık güneşli alanlardan daha uyunmuş gibi çoğunlukla ev içlerine kapanıyorlardı."
Kadınlar ritüellerde kendilerini evlerin karanlık çatılarına ya da söğüt ve gübre kokulu kulübelere kapatıyorlar; erkek bedenleri gimnazyumlarda, stoalarda sergileniyordu.
"Çıplaklık, şehirde kendilerini bütünüyle evinde hisseden bir halkın işareti gibi görülebilir: Şehir, yeryüzünde taşın koruması olmadan amaçsızca gezinen barbarların tersine, insanın kendini keyfince teşhir ederek yaşayabileceği yerdi."
Sadece sıcak bedenler için bile olsa, bireyin şehirle kurduğu ilişkinin bu denli sınırsız olduğu bir anlayış bugün geldiğimiz noktadan ne kadar uzak. Yaşadığımız mekânın farkında olmak, duyumsamak, şehrin içinde olmak ve ona dokunmak belki de kendimize dokunmaktı.
Kaynak: Richard SENNETT, "TEN ve TAŞ, Batı Uygarlığında Beden ve Şehir", Metis Yayınları