Paris: Bir Ağustos Düşü -1-

Burçe GÜRSEL / 23 Kasım 2012
Paris’te her mevsim ayrı bir düştür. Ayak basar basmaz içine çeker insanı; o cezbedici, hoş kokulu ve davetkar koynunda hazlara boğar. Ama zaman hep kısıtlıdır, saatler, günler asla yetmez. Yine akşam olur, gün biter, tadına doyulmaz zevklere ara verilir, tabi ki yaşanmışlıkların yazıya dökülmesine de...

İnsan, aşkın karşısında diz çöker
Kutsal bir kalpten dökülür acı
Karışır okyanusa…
Ve tüm bildiklerinin ötesinde
Senden üstün bir güç vardır
Alır götürür yüreğini
Arayışa…

Café de Flore
12.08.11, Paris


Paris'te ilk günüm. Ağustos ayı olmasına rağmen son derce kasvetli, gri ve yağmurlu bir Paris havasına rast gelmiştim. Kendimi metroya attım, elimde harita, ilk kez geldiğim bu büyülü kenti keşfetmeye çalışarak. Kardeşim beni Champs-Elysées'de bekliyordu. Acele etmeliydim. Bir kente ilk gelişinizse ve orada sizi tanıdığınız biri bekliyorsa, bunun verdiği keyif ve heyecanı anlatamam. Sanki yıllardır o kentte yaşıyormuşsunuz da uzun bir tatilden geri dönmüşsünüz gibi gelir insana. Paris sizindir, hep sizin olmuştur, öyle ya, artık birileriyle bir yerlerde buluşmak için sözleşiyorsunuzdur. İlk günden mutluluk…

Koşar adımlarla metrodan çıktığımda, La Défense'ta inmiş olduğumu görüyorum. Burası Paris'in modern yüzü. İlk ayak bastığım ve etrafımı fark ettiğim Paris noktası burası olmamalıydı diye düşünürken, bir de şiddetli bir rüzgarla birlikte yağmura yakalanıyorum. Koskocaman bir meydan ve devasa küp Grande Arche. Etrafta sığınacak herhangi bir kafe de göremiyorum. Her yan yüksek ve modern binalarla çevrili. Üstelik geç kaldım. Tekrar metroya dönmek de istemiyorum. Sanki oraya girersem hepten kaybolup gidecekmişim gibi bir his kaplıyor içimi. Yürümeliyim diyorum, çok hızlı yürürsem Champs-Elysées'ye zamanında ulaşabilirim.

Elimde harita, Paris'e gezmeye gelen herhangi bir turistin pek rağbet etmeyeceği, gerçekten de hiç turistik olmayan bir bölgeden geçmeye başlıyorum. İlk şok geçince, aslında bir mimarın belki de Paris'i görmeye tam da buradan başlaması gerektiğine karar veriyorum. Çünkü çağdaş binaların cepheleri ve Paris'in o alışılmış peyzaj tasarımlarıyla sokakların uyumu muhteşem. Ah diyorum, keşke buraya biraz daha zaman ayırabilseydim. Yağmur hızlanıyor, rüzgar da, ve ben Ağustos ayı olduğu için, yanımda kalın kıyafetler getirmemiş olduğuma hayıflanıyorum.



Koşar adımlarla ilerlerken sürekli kardeşim arıyor, adım başı lokasyon bildiriyorum; düz bir hattın sonunda, çok uzaklarda Arc de Triomphe'u görüyorum. Ama ben yürüdükçe sanki o da benden uzaklaşıyor gibi. Dümdüz bir yürüyüş güzergahının tam bitişinde, ufukta küçücük. Sanırım yürümek hataydı; seni görüyorum, Arc de Triomphe, birazdan yanındayım ve bu Champs-Elysées'nin başlangıcı demek. Gözlerimi etrafımda değişen mimari dokudan ayırmadan ilerliyorum. Binalar hızla modern yüzlerini kaybedip tarihi dokuya kendilerini bırakmaya başlıyor. Kafeler ve dükkanlar artıyor. Caddeler ve parklar genişliyor. O yağmur altında, Paris parklarındaki ağaçların ve eski zemin taşlarının parlaklığını ve güzelliğini unutamam. Artık resmen koşmaya başlıyorum. İlginç bir Paris gezisi olacak, en azından başlangıcı öyle…

Arc de Triomphe'a ulaştım ve o anda da büyülenmiş gibi olduğum yerde kalakaldım. Gözlerim anıtın üzerindeki, ışıkla belirginleşen kabartmalara takıldı. Hepsini çözmeye çalışıyorum. Bunlar, Napoléon'un zaferlerini betimleyen rölyefler. İşte bu Paris'in en önemli simgelerinden biri. Napoléon'un zafer takı. Yapımına 1806'da başlanmasına rağmen, Napolyon'un iktidarı kaybetmesi nedeniyle 1836 'ya kadar bitirilememiş. Eskiden beri hep hayalimde yaşattığım bu zafer anıtını görmeden çok önce, minicik bir minyatürü evimizde vardı. Ufak, bronzdan kara bir biblo. Oysa gerçek zafer anıtı bembeyaz, aydınlık ve çok güzel. Üzerine çıkıp Paris manzarasını izleyebileceğinizi, terastaki insanları görünce anlıyorum. Belki de o minyatürün tepesine de minyatür insanlar yerleştirmelilerdi. Yanılttılar beni yıllarca. Üstelik anıtın zemininde bir de ateş yanıyor, hiç sönmeyen bir ateş. Ölen askerlere bir ağıt. Ölümden, savaştan doğmuş bir şaheser. Etkileniyorum. Fakat gitmem gerek, Champs-Elysées'ye atıyorum kendimi, kalabalık, çok kalabalık…

Etrafımda salınarak yürüyen oldukça şık hanımların, beylerin arasından uçarcasına geçiyorum. Ve Paris'te içine girdiğim ilk mekan: Häagen-Dazs; bir dondurmacı. O bir Paris'li değil, Polonyalılar tarafından yaratılan bir New York'lu. İçerideki doku da hiç Parisli değil. Olsun. Üşüdüm, yoruldum ve sanırım hasta olacağım. Ama en azından kardeşimle buluştum. Rahatlıyorum. Oturup hemen bir espresso söylüyorum. Etrafımdaki insanları inceliyorum. Oldukça kalabalık ve çok gürültücü bir turist seli var etrafımızda. Fakat Paris'teyim. Kahvemi yudumlarken keyfim yerine gelmeye başladı. Bir de her beş dakikada bir gelip, ne ısmarlamak istediğimizi soran garson olmasa… Yeterince dinlenip çıkıyoruz oradan ve şimdi aheste aheste bir Champs-Elysées yürüyüşünün tam sırası. Keyfim artıyor…



Champs-Elysées, ah Champs-Elysées… Bütün dünyanın hayran olduğu, lüks mağazaları, şık ve zarif kafeleri ve bir o kadar hoş insanlarıyla ünlü Paris caddesi. 1667 yılında, kraliyet peyzaj mimarı André Le Nôtre tarafından, Jardin des Tuileries bahçelerinin devamı olarak tasarlanmıştı. Şimdiki göz alıcı haline ise 19. yüzyılda gelebildi. Bir aşağı bir yukarı yürüyoruz caddeyi, baştan başa, hiç bıkmadan… Kâh özel yapım parfümlerin satıldığı muhteşem mağazalara girip Paris'in büyülü kokular dünyasında kayboluyoruz, kâh ünlü pastanelerden birinde, birbirinden lezzetli, sanki her biri birer sanat eseri gibi olan pastalardan tadıyoruz.

>>>>>


Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :