Tutunma ve Mekan

Nilgün BAYKIZI / 07 Kasım 2008
Diyelim ki o ilk soruyu sorma sırası bizde: İnsan neden mekana gereksinim duymuştur, duymaktadır? Baykızı, bu soruya mimarlık disiplini dışından bir cevap denemesinde bulunuyor.

İnsanoğlunun yer-yurt tutma çabası; düşünürler, sosyal bilimciler ve bilim adamları tarafından çoğunlukla "doğayla restleşme ve onu dönüştürme" bağlamında algılanmıştır. Başka bir deyişle, bunu insanın doğa içinde kendi sentetik doğasını inşa etmesi olarak da algılamak mümkün. Bu savlardaki doğruluk payının yadsınamayacak ölçüde olduğu da bir gerçek tabii. Ancak insan-mekan ilişkisinden söz ediyorsak, bilim insanlarının ortaya koyduğu genel-geçer bilgilerin ilgili dinamikleri açıklama ve araştırma noktasında tek kılavuz olamayacağını da belirtmekte yarar var. Özellikle sosyal bilimlerde, bilim dalları arasındaki uzmanlaşmadan kaynaklanan dağınık ve kanımca tutarlılıktan uzak ilişki; insan, mekan, zaman gibi son derece soyut olgulara sıra geldiğinde nesnel bilginin yönsüz ve çıplak kalmasına neden oluyor. Çünkü önemi tartışılmaz olsa da bilimsel bilgi, tümevarım ve tümdengelim gibi metodik bazı yöntemlerle nesnelleştiği için insan ve doğaya ilişkin ancak lokal birtakım açıklamalarda bulunabiliyor. Oysa temelde insan doğasını anlamaya çalışıyorsak, onun bir bütün olduğunu daima hatırda tutmamız ve düşünürken de aynı bütünlüğe paralel olmamız gerekiyor. Ama bu, insan-mekan ilişkisini incelerken bilim adamlarından farklı bir başlangıca ihtiyacımız olduğu anlamına gelmiyor.



Diyelim ki o ilk soruyu sorma sırası bizde: İnsan neden mekana gereksinim duymuştur, duymaktadır?

İlk çağlarda vahşi hayvanlardan ve iklimin yıkıcı etkilerinden korunmak, güvende olmak için. Aradan geçen yüzyıllarsa , başlangıçtaki temel gereksinimlere hiç durmaksızın yenilerinin eklenmesine neden olmuştur. Özel mülkiyet ve buna bağlı olarak ailenin ortaya çıkması ‘mahremiyet' kavramının da doğup gelişmesine dayanak oluşturmuştur. Ama kanımca buradaki en önemli nokta insan denilen canlının ‘sır' sahibi olmasıdır. Evrim süreci içerisinde insan, kemale ermesi yani bildiğimiz anlamda varlık kazanması itibariyle diğer canlılarla arasındaki ayrım çizgisini alabildiğine keskinleştirerek ayrı, bağımsız yaşam alanları inşa etmiştir. Elbette ki bunun, yukarıda bahsettiğim gibi doğadan ve onun ayrılmaz parçası olan vahşi hayvanlardan korunmak gibi sağlam bir nedeni vardır. Diğer canlılardan bu kopuş, insanı doğadan, tam da olması gerektiği kadar uzaklaştırmış, ona yabancılaştırmış ve insana kendi standartlarını kurma, geliştirme, yeryüzünde ontolojik olarak kendini inşa etme yeteneği kazandırmıştır.
 
İlkçağ insanı ‘içeri'ye doğru adımını attığı andan itibaren aynı mağarayı paylaştığı insanlarla birlikte diğer mağaralardakilerden, hatta dünyanın geri kalanından bir "eşikle" ayrılmış demektir. Ve bu ayrım, insanı, 21. yüzyılın bireyleşmiş insanına doğru hiç durmaksızın taşıyacaktır. İlerleyen yüzyıllarda güvende olma güdüsü mahremiyet duygusuyla birleşerek bir tür örtünme gereksinimine dönüşecektir. Bu süreci insanın psikolojik yapısı üzerinden değerlendirdiğimizde ise, insanın mekanın karşısında nasıl bir özne olduğu sorusuyla karşılaşırız.

"İnsanlar, mekanlarda yaşar ve mekanlarla örtünür."
Zamanla "mekan"a duyulan psikolojik gereksinim, fiziksel gereksinimin üstüne çıkar ve kurumsallaşmayla birlikte doruğa varır. Mimarın aynı zamanda bir sanatçı olmasının nedeni de bundan başka bir şey değildir. İnsanın mekana ilgisi, artık zorunlulukları ve birtakım korkuları çoktan geride bırakmıştır. İşte geldiğimiz son noktada, bir dizi yeni kavrama yol açmak gerektiğine inanıyorum.

"tutunma, yaslanma ve dayanma" gereksinimi

İnsanoğlunun bir mekana tutunma, yaslanma ve dayanma gereksinimini anlamak için karmaşadan uzak basit bir araştırma ya da doğamıza ilişkin basit bir yoklama yapmamız yeterli olacaktır :

Hiçbir yere tutunmadan kaç dakika olduğunuz yerde kalabilirsiniz? En fazla birkaç saat. O da güçlüyseniz. İlk önce yorulur (doğadan, şehirden, iklimden, türdeşlerinizden vb.) sonra bir yere tutunur ve ona bağlanırsınız. Zaten fizyolojik yapınız daha fazlasına izin vermez. İster Homo Sapiens, ister yerleşik, ister göçebe ve yarı göçebe, "hangi tarihin hangi insanı olursanız olun" dayanacak ve en nihayetinde tutunacak bir ‘şey'e -ki o şey koskoca bir uygarlığın müsebbibidir- ihtiyacınız vardır. Sizi çevreleyen sosyal, kültürel, coğrafi, politik ve psikolojik koşullara uygun biçimde bulduğunuz mekana sırtınızı yaslar dinlenirsiniz. Kendinizi bulduğunuz, bulacağınız her yer, benzer nedenlerden dolayı yapılmıştır.

Aslında mekandan kastım muhakkak mükemmel biçimde inşa edilmiş, örülmüş bir bina, duvar vb. olmayabilir. Çünkü yeryüzündeki her şeyin aynı zamanda bir başka şey için mekan olduğu doğrudur.Yeryüzündeki canlı, cansız her varlığın zamanı taşımakla yükümlü olduğunu düşünürsek, mekanı giyinmeden zamanı taşımanın da imkansız olduğunu görürüz. Ancak burada asıl amacım, insanın doğada hazır bulduğu doğal oyuk ve derinliklerle yetinemeyeceğini vurgulamak. Çünkü o, hayvanlar gibi doğa kanunlarının kusursuz işleticisi değildir. Bu nedenle kendisiyle birlikte mekanı da inşa eder. Mağaradan çıkıp plazaya girmemizin temel nedeni budur. İnsanın ontolojik komplekslerinin plaza kapılarına kadar dayandığını söylemek sanırım yanlış olmaz.

İnsanoğlu, herhangi bir arazi parçasına kendi elleriyle sonsuz kere üç boyutluluk ekleyebilmenin zevkiyle doğaya alabildiğine hoyrat ve acımasızca davranmaktadır. Mekanla başlayan, atmosfere kadar uzanan bu beşeri kuşatmada insan, sentetik ya da doğal, kuşattığı her "şey"in de dokunabilecek, tutabilecek ellere sahip olduğunu unutmuştur. Oysa siz dokunduğunuzda o da size dokunmuş, siz tutunduğunuzda o da size tutunmuştur. Yani artık onun da sizinle ilgili beklentileri oluşmuştur. Bundan aldığı cesaretle mekan, alışkanlıklarınızı da depolar ve gerçek şu ki onları size geri vermek hususunda son derece isteksizdir. Yeni bir eve taşıdığınızda, vakit geçirmeden kendi nitelikleri ve gerçeklikleri doğrultusunda sizi hizalamaya başlar. "Bu oda güneş görüyor, salon olacak; balkon çok tehlikeli, çıkılmayacak." gibi…  

Mekanın bu otoritesi birtakım yıkıcı duygulara kapılmamıza da neden olabilir. Unutmamalıdır ki aklımızın üzerimizdeki otoritesi bundan daha az zararlı değildir.

Bu nedenle  fırtınalı havalarda pencereleri kapatmak, dere kenarlarına ev yapmamak gerekir.


Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :