SabitFikir dergisinin mart sayısında "Edebiyatta taşra ve kent" konusuna odaklanan kapsamlı bir dosya yer alıyor.
kapak illüstrasyonu: Fatih Öztürk
28 Mart 1868 tarihinde Nijniy Novgorod'da dünyaya gelen Maksim Gorki, Türkiye’de özellikle Ana adlı romanıyla popüler oldu ve sevildi. Gorki’nin eserleri Türkiye’de okunmaya başladığında, nüfus, şehirlerden çok köylerdeydi; bugünse tam tersi bir durum söz konusu.
SabitFikir dergisi, Mart 2018 tarihli sayısında, Gorki’nin modern hikayeciliğin kurucularından Çehov’la mektuplaşmasında bir taşralı olarak kente bakışından yola çıkarak “taşra ve kent” meselesini edebiyat açısından gündeme taşıyor. Bülent Usta, dosya yazısında, çok sayıda kaynağa değinerek “taşralılık” ve “kentlilik” kavramlarının izini sürüyor.
SabitFikir orta sayfalarının vazgeçilmezi KararsızOkur infografiği de her zamanki gibi kapak konusunu destekliyor: Murat Can Aşlak’ın hazırladığı ve Onur Atay’ın resimlediği KararsızOkur, bu ay, eserlerinde hem taşradan hem de kentten seslenen yazarlara odaklanıyor.
Editörden // Davete icabet etmek
2000’li yılların hemen başında, bazı önemli riskleri göze alarak Antalya’dan İstanbul’a gelişimde, Anton Çehov’un Maksim Gorki’ye yazdığı mektubun da etkisi olmuştu. Çehov, Gorki’ye taşradan ayrılmasını, edebiyat çevresine yakın olmak için Moskova’ya veya Petersburg’a yerleşmesini öneriyordu söz konusu mektubunda. Gorki reddetmişti belki ama Çehov’un büyük şehir davetine ben icabet etmiştim! Şimdi buradan durup baktığımda çok da kötü bir karar olmadığını düşünüyorum ama Gorki’nin değil de Çehov’un sözünü dinlememin tek nedeni, büyük ihtimalle yalnızca bir “bahane”ydi. İşte şimdi de, 28 Mart 1868 doğumlu Maksim Gorki’nin, doğumunun 150. yılını “bahane ederek”, edebiyatta taşra ve kent konusunu irdeleyelim istedik SabitFikir’in mart sayısında. Bülent Usta’nın da dosya yazısında altını çizdiği gibi, “Türkiye’nin modernleşme sürecinden ve modernleşmeye dair tartışmalardan ayrı düşünülemez taşra ve kent. Bu tartışma da her zaman bir hayat-memat meselesi olageldiğinden, Doğu-Batı, gelenek ve modernleşme arasında yaşanan çatışmalar, yazılan ilk romanlardan günümüze edebiyatımızın değişmeyen temalarından biri oldu.”
Bir taraftan da, son zamanlarda, şehirlerden bir an önce kaçmamızı öneren –sözüne güvenilir– tanıdıklarımızın sayısı artmaya başladı. Üstelik Gorki’nin cümleleri daha bir “anlamlı” sanki artık:
“Tekrar kentteydim; iki katlı, beyaz, tabuttan farksız, kalabalık bir evde kalıyordum. Ev yeniydi, ama birden zenginleşince önüne geleni tıkınmaya başlamış, yağlanmış sıska bir fakiri andırıyordu. Sokağa yan duruyordu, her katında sekiz pencere vardı, evin ön yüzü olması gereken yerde ise her katta dört pencere... Alt katın pencereleri avlunun dar bir geçidine, üst katın pencereleri ise avlu duvarının üzerinden çamaşırcı bir kadının küçük evi ile çamurlu yamaca bakıyordu. (...) İnanılmaz derecede sıkıcı, pis bir yerdi burası. Sonbaharın havası bu çöplü, vıcık vıcık toprağı bozmuş, ayakkabılara yapışan sarı bir zifte çevirmişti. Bu kadar küçük bir alanda bu kadar çamur daha önce hiç görmemiştim; tertemiz tarlalardan, ormanlardan sonra kentin bu köşesi hüzünlendiriyordu beni.” (Maksim Gorki, İnsanlar Arasında, çev. Ergin Altay, Can Yayınları, 2014.)
Dosya yazısından...
Nurdan Gürbilek’in “Taşra Sıkıntısı” başlıklı yazısında bahsettiği, gün boyu evin penceresinden karşı arsaya yığılı kalasları seyreden, evde kalmış kızın sıkıntısı, kentlerde, kentlilerde yok muydu? Gürbilek’in de altını çizdiği gibi, asıl olan dışta kalma, daralma deneyimiydi; köy, kasaba, kent fark etmiyordu. Aynı yazının devamında taşrayı bir varoluş sorunu olarak da tarif eder Gürbilek:
“Ancak taşrada bulunmuşların, hayatlarının şu ya da bu aşamasında taşranın darlığını hissetmişlerin, hayatı bir taşra olarak yaşamışların, kendi içlerinde bir şeyin daraldığını, benliklerinin bir parçasının sapa ve güdük kaldığını, giderek bir taşradan ibaret kaldığını hissedenlerin anlayabileceği bir sıkıntı.”