Kentleşme mevzusunu taşradan merkeze farklı bağlam ve katmanlarda mercek altına alan Serkan Taycan ile, Pilot Galeri'de gösterime sunduğu "Agora" vesilesiyle bir araya geldik. Kamusal alan ile insan arasındaki ilişkiyi İstanbul meydanları üzerinden analiz etmemizi sağlayan Agora, aynı zamanda Fay Hattı üçlemesinin diğer parçalarında olduğu gibi, son on senede yaşanan toplumsal ve politik kırılmaların Türkiye'de nasıl karşılık bulduğunu da belgeliyor. Uğur Tanyeli, ilk gösterimi Venedik Mimarlık Bienali'nde yapılan Agora'nın, meydanları ve kamusal alanları normalleştirmesi açısından önemli bir sergi olduğuna dikkat çekiyor. Görsel sanatçı Serkan Taycan ise, kente dair bu son çalışmasını "İstanbul'un kronolojik kamusallık araştırması" şeklinde nitelerken, bunun uzun vadede farklı anlamlar kazanacağını not düşüyor.
Serkan Taycan
"Farklı araştırmalara kaynaklık edecek bir çalışma dizisi"
"Fay Hattı" üçlemesinin son halkası olan "Agora"yı, önceki sergiler bağlamında değerlendirebilir misin?
Agora, 2008'de başlayıp 2015'te sonlandırdığım üç parçalı bir yapının en son halkası. Taşradan kent çeperine, oradan kent meydanına doğru giden, bu coğrafyadaki kentleşme olgusunu araştıran ve bunun dinamiklerini sorgulayan üç parçalı çalışmaya eklemlenen "İki Deniz Arası" adlı bir de yürüyüş rotası bulunuyor. İlk parça olan "Habitat"ta, 15 senelik metropol hayatımdan sonra tekrar taşraya geri dönüp bakışımı, bir çeşit hesaplaşma olarak algılayabiliriz. Ardından gelen "Kabuk"ta asıl ilgimi çeken, kent çeperindeki dönüşüm, bunun yapılı çevreye ve sosyal hayata etkisi ve katmanlaşma meseleydi. Oradan meydana odaklanan "Agora"ya geliyoruz. Bu üç sergi ile buna eklemlenen yürüyüş rotasının ana çatısı, son on senede yaşadığımız toplumsal, politik ve kişisel kırılmaların -ki benim 25-35 yaş dönemime denk geliyor- bu coğrafyada nasıl karşılık bulduğu ile ilgili. Bütün bu üç çalışmanın ana başlığı ise "Fay Hattı". Fay hattının bu coğrafya için önemli imgesel karşılıkları da var. Dolayısıyla üç tane fotografik temsil ile, bu temsili olguları taşradan kent merkezine doğru bedensel deneyime açan bir yürüyüş rotasından oluşan, bu sayede yaşadığımız coğrafya ile ilgili büyük sosyo-politik soruları içinde barındıran bir çalışma ortaya çıkıyor. Hedefim, bu üçlünün bir kutu kitaba dönüşmesi. Bütün katmanlaşmaları içinde barındıracak farklı formlarda bir kitap; Habitat, Kabuk, Agora, İki Deniz Arası haritası ve bu yürüyüşe katılanlardan topladığım fotoğraflar, videolar, yazılar, eskizler. Çünkü bu rota, deneyime açık bir yaklaşım sunuyor. İstanbul Bienali ile başlayan bu yürüyüş rotası "Türkiye Kültür Rotaları" adlı ağın arasına da eklendi.
"İleride kanal yapılacak bir yerde yürümek çok şairane bir karşı koyuş"
Daha önce Kabuk için yaptığım haritada, mühendislik ve şehircilik formasyonumdan gelen bilgi de bir şekilde ortaya çıktı. Bu projede bütün hikaye, kentte varoluşumuz, yaşayışımız nedeniyle müdahil olduğumuz hayati olguları (yeni yapılan siteler, toplu konutlar, büyük boyutlu projeler ve bunların sosyal ve ekolojik sonuçları, vb.) deneyime açma ve bu deneyimi çoğaltma fikriydi. Kabuk haritasına yönelik ilk soru genellikle şu oluyordu: Burası gerçekten İstanbul'a bu kadar yakın mı? Kentliler olarak kentle olan ilişkimiz o kadar problemli ki, kenti sadece kent merkezi ile tanımlama eğilimindeyiz. Kentin 50 km'lik çemberinin dışı sanki varolmayan alanlar. Burada gerçek bir doğa parçası olduğunu düşünülmüyor. Doğa bizim için uçağa atlayıp gittiğimiz Kaçkarlar, Alpler. Halbuki burnumuzunun dibinde de ilişki kurabileceğimiz doğa parçaları mevcut. Bunların tahribatı kentteki hayatımızı doğrudan etkiliyor. Bunun sorumlusu da aslında biziz. İnsanların bunu birebir deneyimleyebilmesi için hazırladığım haritada küçük bir de jest yapıp, binecekleri otobüs numaralarını yazmıştım. Sonra buradaki deneyimin çoğaltılabileceğini fark edip, İki Deniz Arası rotasına doğru yönlendim. Yürüyüşün bu deneyimi çoğaltacağını anladıktan sonra nasıl bir rota oluşturulabileceğini araştırırken, Kanal İstanbul rotasının bu olgular ile üst üste çakıştığını gördüm. Doğaya karşı vandalizme varacak derecede haşin tavra insanoğlu olarak nasıl tevazu ile cevap verebiliriz derken, yürüyüşün buna en iyi cevap veren form olduğunu düşündüm. İleride kanal yapılacak bir yerde yürümek çok şairane bir karşı koyuş gibi geldi. Çünkü yürümenin, ilk aklan gelen mesela Gandhi'nin Tuz Yürüyüşü'nde olduğu gibi çok güçlü referansları da var. İki Deniz Arası bu anlamda, üçlemenin bedensel deneyime imkan veren safhasıydı. Taşra ve şehir çeperindeki kentleşme sorunsallarının ardından gelen Agora ise, kamusal alana odaklanıyor. Bu süreç tabii ki Gezi'den ayrı düşünülemez. İstanbul bağlamında kamusal alan, spesifik olarak meydanlar nasıl oluşturuldu, hangi tarihi aşamalarda iktidarlar tarafından şekillendirildi, bu iktidarlar kamusal alanın şekillendirilmesi sayesinde nasıl hegemonik kazanımlar elde ettiler, bu alanlar nasıl tasarlandı ya da tasarlanmadı, neye tekabül ediyor, biz bu alanları nasıl kullanıyoruz gibi sorulara imkan veren ve farklı araştırmalara kaynaklık edecek bir çalışma dizisi oluşturmaya çalıştım.
"İstanbul'un kronolojik kamusallık araştırması"
Agora'nın ilk gösterimi geçtiğimiz yıl, 14. Venedik Mimarlık Bienali kapsamında Türkiye Pavyonu'nda gerçekleşen "Hafıza Mekanları" sergisinde yapıldı. Fay Hattı üçlemesi bağlamında değerlendiğin Agora'nın bu etkinliğe nasıl eklemlendiğini de öğrenebilir miyiz?
Agora'da, İstanbul bağlamındaki büyük meydanların kronolojik sıralanmasından oluşan bir dizgi takip ettim. Bu dizgide mimarlık bienalinin üzerine kurgulandığı Sirkeci'den Büyükdere'ye uzanan aksın üzerindeki meydanların büyük ebat fotoğraflarından oluşturdum. Bu aks bir anlamda İstanbul'un modern mimarlık müzesi. Antik Roma'ya dek uzanan kentin en eski meydanı Sultanahmet'ten başlayıp, Pera'da mekansal örgütlenme anlamında bir nevi İtalyan campo'sunu andıran Galata meydanı ile devam eden, ardından Cumhuriyet'in ilk meydanı olan Taksim'e geçen ve 1944'te Cumhuriyet figürü olmayan ilk meydan heykeline ulaşan bir aks… Çok partili rejime geçiş çabalarıyla birlikte geçmişe ait göndermelerin tekrar konuşulabildiği bir döneme giriyoruz. Osmanlı'ya ilk referans olabilecek meydan heykeli, Beşiktaş'taki Barbaros Hayrettin Paşa heykeli. Oradan 1950'lere, Cumhuriyet sonrası -sivil bağışlarla- yapılmış ilk meydan camisi olan Şişli Camisi'ne geliyoruz. Şişli zaten İstanbul'un modernleşme sürecine işaret eden aksın en önemli durak noktalarından birisi. Cevahir AVM ile birlikte, kamusal mekanın ticarileşmesi, ticari mekanın kamusallaşması, bir alışveriş merkezinin önündeki kaldırımın meydan vasfı kazanması ve bunun beraberinde getirdiği sorular ortaya çıkıyor. Kamusal alanın sonradan özel alan statüsüne geçerek soru işaretli bir kamusallığa dönüşmesi… Alışveriş merkezinin içerisindeki kamusallık nedir? Serginin sonunda da Roma, Yunan, Ceneviz, Osmanlı'nın ardından bugünkü iktidarın nasıl bir mekansal örgütlenme yarattığı, bu örgütlemede insanların arasındaki ilişkilerin nasıl kurulduğu Ümraniye meydanı örneğiyle veriliyor. Galeri duvarlarında sergilenen fotoğraflar Venedik Mimarlık Bienali için, Ümraniye meydanı ve Cevahir AVM'nin iç mekanını gösteren ortadaki ışıklı kutu yerleştirmesi içindeki iki fotoğraf ise Pilot Galeri'deki yeni sergi için üretildi. Bunların şekilleri ve işaret ettikleri diğerlerinden ayrıştığı ve güncel meselelerle daha fazla ilgili olduğu için farklı bir formatta sergilemeye karar verdim. Bütün serginin amacı, İstanbul'un kronolojik kamusallık araştırması bir anlamda…
"Kamusal alanın halen kurulamaması, Osmanlı'daki muğlaklığa dayanıyor"
Agora'da, Hafıza Mekanları'nın odaklandığı "kolektif hafıza" konusunu meydan kavramı üzerinden yorumluyorsun. Müslüman kentlerinde tam manasıyla bir "meydan kültürü" olmadığını göz önünde bulundurursak, bu durum çalışmalarına nasıl yansıdı?
Daha bugün Osmanlı toplumunda özel alanla kamusal alan arasındaki sınırın muğlaklığı üzerine bir makale okudum. İstanbul bağlamında kamusal alanların tarihsel gelişimini incelemek de çok ilginç veriler sunuyor. Özel alanla kamusal alan arasındaki sınırların erimesiyle ilgili durum özellikle Beyazıt Meydanı'nda sezinlenebiliyor. Burası Antik Yunan'dan itibaren agora, forum, ardından cami avlusu haline dönüştürülmüş. Osmanlı toplumundaki bir kamusal alanın İstanbul bağlamında sürekliliğini görmek ilginç. 19.yüzyılın ikinci yarısında camii duvarı yıkılınca, avlu bir şekilde meydanlaşıyor ve meydan aslında camileşiyor. Böylece caminin çevresindeki korumalı alan yok olurken din ile kamu arasındaki sınır eriyor. Bugün İstanbul çeperindeki Sultanbeyli, Bağcılar gibi meydanlara gittiğimde bunun garip yansımalarını görüyorum. Kocaman meydanlar yapıp tam odak noktasına avlusuz camiler inşa ediyorlar. Kamusal alan, özelde meydan, ötekiyle karşılaşma yerimiz. Ötekiyle karşılaştığımız an kendi varoluşumuza, karakterimize dair fikir oluşturuyoruz. Antik Yunan toplumundan bugüne kadar varılan sonuç, bu birey olma hali. Agoranın, dinle ve iktidarla olan gerilimi de bundan kaynaklanıyor. Demokratik topluma doğru geçtikçe, insanlar agoralarda toplandıkça, kendileri ve toplum hakkında söz söyleme hakkını elde edip, iktidar kurma talebinde bulunuyorlar. Osmanlı toplumu monarşik bir düzene sahip olduğu için, insanların birey olarak meydanlarda toplanıp söz söyler hale gelmesini ve iktidara ortak olmasını doğal olarak istemiyor. Bu nedenle de kamusal bir meydan yaratmıyor. Bunun izleri İstanbul'da kamusal alanların halen kurulamamasından birebir seçilebiliyor.
"Yükseldikçe kamusallığın nasıl işlediğini analiz etme şansımız var"
Üçlemenin ilk iki sergisinde taşrada ve çeperde olma durumu ölçek ve devingenlik anlamında farklı manzaralar yaratırken, kent merkezine odaklanan Agora'da bakış açısı da doğal olarak değişiyor. Bu tercihle izleyicide nasıl bir etki yaratmak istediğin?
Habitat'ta daha çok portreler vardı, daha yakın bir ilişkiler bütünüydü. Kabuk'ta, şehrin çeperinde, insan kayboluyordu. Agora'da kent merkezinin içerisinde daha küçük ölçekte yığınlar arasında kaybolmuş bir insan figürü seçiliyor. Neden yukarıdayım, neden meydanlara böyle bakıyorum? Bu çok önemli. Sonuçta burada benim tanımlamamla iki tane aktör var: Bu kamusal alanda varolan insanlar ve buranın yapılı çevresi. Kamusallığı bunların arasındaki ilişki oluşturuyor. Ben ikisini de hiyerarşik olarak aynı derecede önemli addeden bir form yakalamak istedim. Hem meydanı kullanan insanların kendi aralarındaki ilişkiyi, hem insanların yapılı çevre ile olan ilişkisini, hem de yapılı çevrenin kendi arasındaki ilişkiyi deşifre edebileceğimiz bir mevkiden meydanlara bakmak istedim. Buna en iyi cevap verebilecek şey de bu yükseklik haliydi. Kamusallık insanlar arasında nasıl işliyor, mekanlarda nasıl bir sosyal davranış halindeler, yükseldikçe bunların hepsini birebir analiz etme şansımız var. Buradaki bütün mesele aslında katmanlaşmakla ilgili. Zemin kotunda sadece insanların birbirleriyle olan ilişkisini analiz edebiliriz. Kuşbakışında ise sadece yapılı çevreyi. İkisine de aynı derecede objektif bakabilecek ve bunları analiz edebilecek olan sadece bu açıydı. Taksim Meydanı'ndan Galata Kulesi'ne, Dikilitaş'tan Şişli'ye, bir meydana ana karakterini veren yapının çevresinde örgütlenmiş hal her seferinde dikkatimi çekiyordu.
"Kamusal alan sadece geçip gitmek için kullanılıyor"
Çok uzun sürede üretilen işler bunlar. Tesadüfen bir binanın üstüne çıkıp çektiğim fotoğraflar değil. Tam da o açıda, bütün katmanların düşünüldüğü kareler. Oluşturulmuş, hatta inşa edilmiş bir süreç diyebiliriz. Öyle ki uygun ışık ve gerekli insan dağılımı koşullarını oluşturabilmem için bazen on gün beklemem gerekti ve fotoğrafı üretme halim neredeyse üç günü buldu. Dolayısıyla bir fotoğraf çekme halinden çok, fotoğraf inşa etme hali söz konusuydu. Boyutların bu büyüklükte olmasının sebebi de yukarıda bahsettiğim ilişkileri görünür kılma ve katmanlaşmayı analiz etme fırsatını vermekti. Farklı kent mekanlarının insanlar tarafından nasıl algılandığını görmek çok ilgi çekici. Ayrıca insanların mekanı nasıl kullandığını da gözleme şansım oldu. Bu meydanların hiçbirinin ötekiyle karşılaşma, vakit geçirme ve sürece müdahil olma vasfına tekabül etmediğini görüyoruz. Sadece geçip gitmek için kullanılıyorlar. Bu işin uzun vadede çok farklı anlamlar kazanacağını düşünüyorum. Nasıl ki biz İstanbul'un 1950'li 1960'lı yıllardaki fotoğraflarına baktığımızda bazı tanımlamalar getiriyor ve analiz yapma şansına sahip oluyoruz, bu işin de böyle detaylı bir analiz yapma şansı vereceğini düşünüyorum. Yani 20-30 sene sonra daha anlamlı olacağına dair bir öngörüm ve arzum var. Bu çalışmayla aslında kent ve kentleşme mevzusunun artık sonuna geldim. Bu çalışmaları bir araya getiren kitabı hazırladıktan sonraki basamak su olgusuyla ilgili olabilir.
* * *
Uğur Tanyeli: Agora meydanları normalleştirmesi açısından önemli bir sergi
Venedik Mimarlık Bienali Türkiye Pavyonu Bilim Kurulu Üyesi, mimarlık tarihi ve kuramı profesörü Uğur Tanyeli, 20 Haziran 2015 Cumartesi günü Pilot Galeri'de gerçekleşen sergi turuna yorumlarıyla katkıda bulundu. "Türkiye'de 1960'lardan beri bir meydan ve kamusal alan mitolojisi var. Meydana olmamış değerler atfetmiş bir toplumuz. Meydan yapmanın, demokrasinin üretimi için çok önemli olduğu fikri hakim. (…) Dünyadaki birçok meydan da meydan olsun diye yapılmamıştır. Türkiye'de bunları, tesadüfen oluşmuş boşluklar olarak düşünmek istemiyoruz." diyen Tanyeli, Agora'nın, meydanları ve kamusal alanları normalleştirmesi, yeni bir biçimde göstermesi açısından önemli bir sergi olduğunu ifade etti. Tanyeli, meydan-heykel ilişkisi konusunda ise şu yorumda bulundu: "Türkiye'de bir varlığın kamusal alanda varolabilmesi için bu öneme sahip olması gerek. Kutsallık kutsallığı çağırır. Meydan da nedensiz olamaz. Hepsinin, heykel, anı gibi bir meşruiyete ihtiyacı var. Bunlar olmayınca ona meydan bile diyemiyoruz. Böylece meydan mitolojisi başka mitolojilerle birleşiyor. Yalan söylemeyen yaşayamıyor. Sürekli kutsallık üretmek istiyoruz ama sonunda geldiğimiz nokta sekülerlik oluyor."
Agora sergisi, 4 Temmuz'a kadar Pilot Galeri'de izlenebilir.
Sergi hakkında ayrıntılı bilgi için tıklayınız.