Özyeğin Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi'nde düzenlenen "Kaybolan İstanbul" adlı serginin açılışında konuşan Prof. Dr. Reha Günay, ahşap evlerle birlikte yitirdiklerimizi anlattı.
İstanbul'da aynı mekanları farklı aralıklarla aynı açılardan fotoğraflayarak, mimarlık ve fotoğrafı zaman-mekansal bir boyutta bir araya getiren Reha Günay, 8 Mayıs Çarşamba günü Reşat Aytaç Oditoryumu'nda gerçekleştirdiği sunumda şunları aktardı:
Eski İstanbul'un sihri nereden geliyor?
Türk konut mimarisinin en özgün yapım yöntemi, ahşap çatma inşaat tekniği idi. Bu sistem beğenilerek yüzyıllar boyu devam etmiş, gelişmiş ve sanat akımlarına kolaylıkla cevap verebilmiştir. 20. yüzyıl başında İstanbul evlerinin % 95'inin bu yöntemle yapılmış olduğunu söylersek, bu devamlılığın ne kadar yoğun olduğu anlaşılır. Ahşap yapım tekniğinde, toplumun hayata bakış açısının da rolü vardır. Türklere göre insan hayatı geçicidir, o zaman evinin de geçici olması doğaldır. Toplum yapıları ve dini yapıların ise kalıcı olması gerektiğinden, taş ve tuğla tercih edilmiştir. Konumu, rengi, dokusu, boyutu, biçimiyle farklı bu iki yapı türü; denizi, boğazı, ormanı, tepeleriyle ünlü bu kentte birleşince çok özel bir çevre oluşmuştur.
Eski İstanbul'un sihri de buradan gelir; taş kaplı dar sokakların iki yanında yükselen 2-3 katlı ahşap kaplı evler, cumbalar, saçaklar ve pencereler dizisi... Ahşap kaplamaların gri-kahve renkleri, pencerelerin beyaz perdeleriyle hoş bir tezat oluşturur. Sokaktan eşeğiyle geçen bir manav, çıngırağını sallayan yoğurtçu, at arabalı çöpçü, damacanalarla dolu çifte atlı arabasını süren sucu, eskici, pencerelere baka baka genç kızlara yeni çıkan şarkıları söyleyen bıçkın satıcı, yangın yeri arsalarda oynayan çocuklar, pencereden birbirleriyle konuşan kadınlar, karlı gecelerde sesi uzaklardan duyulan bozacı, bekçinin düdük sesi ve minareden sabah ezanı okuyan müezzinlerin birbirine karışan uzak yakın sesleri bu sahnenin oyuncuları ve efektleridir.
Kargire geçişin ardında yatan nedenler...
Ahşap evlerin toplum içinde değerinin kaybolması Batı uygarlığının benimsenmesiyle başlar. Bazen birkaç mahalleyi bir anda yakıp kül eden yangınlara karşı, çare olarak kargir binalar önerilir. Bunun ilk örnekleri ise Galata bölgesinde görülür. Sonraları, özellikle vakıflar ve devlet tarafından yaptırılan sıra evler bu konunun öncü örnekleri oldu. Yangınların ardından oluşan yeni parselasyon düzenine göre, daha düz ve geniş sokaklar üzerine kurulan evler çok katlı ve -yasa gereği- kargir yapılmaya başlandı.
Ahşap evlerin terk edilmesinin bir başka önemli nedeni de yaşam biçiminin değişmesidir. Teknolojinin de katkısıyla artık yeni konfor şartları aranmaktadır. Mangalla ısınmaya göre tasarlanmış, mutfağı evden ayrı bir yerde olan, örgütlü bir mutfak düzeni ya da soba bacası bulunmayan, ısıya karşı hiçbir yalıtımı olmayan ahşap evlere bu kolaylıkların ilave edilmesi yerine, yeni teknoloji ve tasarım ürünü beton binaların yapımı tercih edilmiştir. Ailelerin giderek küçülüp çekirdek aile tipine dönüşmesi de apartmanlaşma sürecini hızlandırmıştır. Yerli kereste kaynakları tükenmiş, Romanya ve Rusya'dan getirtilen ahşaplar kullanılmaya başlanmış, sonunda oradaki ahşap kaynakları da azalarak, kereste pahalılanmıştır.
Diğer yandan yaşam felsefesi olarak "insan fani, mülk kalıcı" görüşü benimsenmeye başlanır. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra büyük şehirler, özellikle İstanbul göç akınına uğramış, ortaya çıkan konut ihtiyacı, artık ev sahibine büyük gelen ahşap evlerin kat kat kiraya verilmesiyle çözülmeye çalışılmıştır. Giderek değerlenen arsaların yarattığı rant, ahşap evin çok üzerine çıkınca da evler yıkılarak çok katlı apartmanlar yapılmış, bu iş kat karşılığı apartman yapan müteahhitlerce örgütlenerek mal sahibinin parasal sorunu giderilmiştir. (Bu dönemde, ahşap evlerin "korunması gerekli bir kültür varlığı olduğu" fikri henüz gelişmemiş bulunuyordu.)
"Değil bir mahalle, örnek bir sokak bile kalmadı"
Ahşap yapıların koruma kapsamına alınmasına 1950'li yıllarda başlandıysa da apartmanlaşmanın sağladığı rant bütün koruma çabalarının önüne geçti. Restorasyon uygulamaları ise korumaya yönelik olmaktansa, gelir artırıcı yönde sonuçlandı. Koruma, kent dokusu yerine, evlerin tekil olarak korunması biçiminde ele alındı. Bu süreçte niteliksiz görünen çok sayıda ahşap ev yıkılarak yerlerine çok katlı bloklar yapıldı. Tek ev koruma projeleri bile kütleyi büyütme, betonarme olarak yeniden yapma, dış yüzeyi ahşap veya ahşap benzeri bir malzemeyle kaplama biçiminde uygulandı. Ahşabın, asırlık deneyimler ve sanat akımlarından gelen detayları hiçbir zaman uygulanmadı. Böylece bu evler, insanlarıyla beraber önce teker teker sonra beşer onar, daha sonra da tümüyle kayboldu. O çağdan günümüze değil bir mahalle, örnek bir sokak bile kalmadı.
Aslında koruma dediğimiz tutum, bir kültürün korunmasıdır. Ahşap evlerin arsaya göre şekillenmiş planları, dolap ve yüklükleri, çiçeklik nişleri, odaların pasalarla desenlendirilmiş tavanları, koltuk pervazları ve göbekleri, muşamba kaplı tavanların üzerine yapılan bezeme ve resimler, sedirler, sandalyelikler, tablalı kapılar ve pervazlar, en az 25 cm genişliğindeki döşeme tahtaları, tornada profillendirilmiş korkuluklarıyla asma döner merdivenler, karosiman döşeli taşlıklar, çatı arası katları ve balkonlar, cephelerdeki geniş tahta kaplamalar, kat silmeleri, köşe ve pencere pervazları, sürme pencereler, kafesler, Barok kıvrımlı konsollar, Art-Nouveau veya Osmanlı Barok'u kapı ve balkon yaşmakları, saçak furuşları ve festonları, dekupe balkon korkulukları, mermer giriş merdiven ve sahanlıkları, tablalı çift kanatlı, pirinç tutamaklı sokak kapıları ve el yapımı koca kilitler gibi nice ayrıntıları vardır. Bütün bunlar, bir kültürün ürünleri olduğu için dünyanın her köşesinde korunmaktadır.
Neleri kaybettiğimizin resmidir
"Kaybolan İstanbul" sergisinin, 1965'ten itibaren İstanbul'un çeşitli yerlerinde çekilen fotoğraflardan oluştuğunu hatırlatan Reha Günay, 2010 yılında tekrar aynı yerlere gittiğinde pek çok yapıyı yerinde bulamadığını belirterek, "hatta bazılarının yerini bile bulmakta zorlandım çünkü herhangi bir referans noktası kalmamıştı. Pek çok yapı da 'restorasyon'a uğramış olarak karşıma çıktı. Eski İstanbul'la birlikte bir yaşama kültürü de kaybolmuştu" dedi.
Fotoğraflarda görülen ahşap yapıların oluşturduğu dokunun yerini alan yeni dokunun kente olumlu katkıda bulunmaktan çok uzak olduğuna işaret eden Günay, bunu, yapısal bir yer değiştirmeden çok, doğa ve insan arasındaki ilişkinin zedelenmesi olarak değerlendirdi. İnşa, malzeme ve yıkım konusunda doğal döngü ve denge açısından ortaya çıkan etkilerin bir kez daha gözden geçirilmesinin zorunluluğuna dikkat çeken Reha Günay, doğanın iyi anlaşılması gereken bir sistem olduğunu ifade etti. Günay, konuşmasını yakın dönemde çektiği ve sıradan bir yıkımı şiirsel bir anlatıma dönüştüren 6 dakikalık videosuyla sonlandırdı.
Reha Günay'ın, ahşap yapıları ve onların birlikteliğini gösteren fotoğraflarından oluşan "kentin belli aralıklarla aynı açılardan fotoğraflanarak belgelenmesi projesi", kırılganlığın ve geçiciliğin temsiliyeti olmanın ötesinde, yapı faaliyeti ve doğa arasındaki sistemsel ilişki ve etkileşimin çok farklı hassasiyetlerle tekrar tekrar gözden geçirilmesi gerektiğini hatırlatan bir "ayna" olması açısından da büyük önem taşıyor. Öyle ki söz konusu fotoğraflara, anıların ya da geçmiş yaşantıların donuk karelerine gömülerek, kısa süreli haz duygusu ile içinde kaybolduğumuz 'nostaljik imgeler' olarak bakmak, yüzeysel bir ilişki kurma biçimi olacaktır.
Neye sahipken neleri kaybettiğimizi ve elimizdeki değerleri neyle değiştirdiğimizi anlatan "Kaybolan İstanbul" sergisi, 7 Haziran 2013 tarihine kadar Özyeğin Üniversitesi Çekmeköy Yerleşkesi'nde görülebilir.