Zeynep Çelik ile Asar-ı Atika kitabının doğuş sürecinden, “satır aralarını okuma” motivasyonuna ve arşiv belgelerinin sunduğu sürprizlere uzanan keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzeleri olarak hizmet veren Müze-i Hümayun
Mimarlık ve kent tarihçisi Prof. Dr. Zeynep Çelik’in yeni kitabı Asar-ı Atika: Osmanlı İmparatorluğu’nda Arkeoloji Siyaseti, Koç Üniversitesi Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Çelik bu çalışmasında, kitabın arka kapağında bulunan tanıtım yazısından alıntıyla, “eski eserler üzerinden geçmişi sahiplenme olgusunu siyasi ve kültürel boyutlarıyla ele alıyor”. Kitapta, 19. yüzyıl müzeciliği, Müze-i Hümayun’un Osmanlı modernitesi ve dünya müzeleri arasındaki yeriyle birlikte, pratiğin bilimsel tartışmalara ve gündelik yaşama etkisi, arşiv belgeleri ve fotoğraflar eşliğinde işleniyor. Kurumların ötesinde emeğin durumu, arkeoloji tarihindeki yeri sorgulanarak gündem ediliyor.
Yeni kitabınızı nasıl yazmaya karar verdiniz, çalışmanızın doğuş hikayesinden bahseder misiniz?
Zeynep Çelik: Her çalışmanın önceki çalışmalarla bağı ve kendine ait uzun bir tarihi olur. Bu kitabı yazma fikri, geçmişte yaptığım iki çalışmadan doğdu. Biri, Zainab Bahrani ve Edhem Eldem’le birlikte hazırladığımız sergi ve aynı isimle sergiye paralel olarak yayımlanan toplu eser; Geçmişe Hücum: Osmanlı İmparatorluğu’nda Arkeolojinin Öyküsü, 1753-1914. İkincisi, birkaç yıl önce yazdığım İmparatorluk, Mimari ve Kent: Osmanlı-Fransız Karşılaşmaları (1830-1914) kitabı.
Geçmişe Hücum’a çalışırken arkeolojiye bakışın oldukça sınırlı olduğunu fark ettik. Ancak bu sınırlı bakışın yanısıra birtakım yeni perspektifler açıldığını da gördük. Zaten bu çalışmayı yapmadaki amacımız, bu alanda yeni pencereler açabilmekti. Kendi adıma şunu söyleyebilirim: Geçmişe Hücum arkeolojiyi “Batılı büyük adamların gelip keşfettiği bir disiplin” olarak tanımlayan bakıştan kurtarmak ve başka perspektifleri tartışmaya açmak adına önemli bir çalışma oldu. Çünkü bu bölgelerde yaşayan insanların antik eserlerle kurduğu ve binlerce yıldır süregelen bir ilişki var. Çalışma kapsamında bu ilişkiyi bir parça göstermeye çalıştık. Ayrıca arkeoloji tarihinin saklı kısımlarına yönelmemizi sağladı bu çalışmayı yapmak.
İmparatorluk, Mimari ve Kent kitabında Osmanlı modernitesini incelerken, arkeolojiyle olan ilişkinin oldukça önemli olduğunu gördüm. Önceki kitapta bu konuyu çok geliştirememiştim. Ancak Asar-ı Atika’yı yazarken bu bağlantı etkili oldu. Örneğin, demiryollarıyla antikitelerin arasındaki bağ çok kuvvetli ve önemli. Yeni çalışmamda bunu biraz daha işleyebildim. Her şeyi yaptım demiyorum, çünkü daha yapılacak çok çalışma var. Sonuç olarak kitap fikri, bu iki çalışmanın doğurduğu sorulardan gelişti. Sonrasında ise, her zaman olduğu gibi, arşivin beni götürdüğü güzergahlarla derinleşti. Kitabı yazmaya ve araştırmayı yapmaya karar verdiğim zaman hazırladığım proje taslağı ile sonuçta ortaya çıkan kitap arasında muazzam bir fark var. Bu da hep oluyor.
Arkeoloji alanında özellikle kanunlar nezdinde popüler kültürde dahi kaçakçılık üzerinden kurulan bir iletişim var. Bu ilişkiyi nasıl yorumluyorsunuz?
O dönemde yasaklar ve kanunlar ne kadar halka yönelmiş? Burada biraz düşünmek lazım. Çünkü Osman Hamdi’nin önderliğinde hazırlanmış bu kanunlar daha çok sahada çalışan Batılı arkeologların eser kaçırmaması amacını güdüyor. Öte yandan, kanunların yerli halkla kurduğu ilişki oldukça ilginç. Çünkü kaymakamlardan bekçilere ve öğretmenlere kadar herkese büyük bir sorumluluk veriyor. “Çalışmalara göz kulak olun” deniyor. Bu noktada kanunların, bir bilinçlenme hareketine öncülük ettiğini düşünüyorum. Toplanan eserler, hükümet konaklarında ve liselerde sergileniyor. Hatta bunların bir kısmı sürekli müze haline geliyor. Amaç en temelde eserleri belgelemek ve önemli olanları İstanbul’a getirmek olsa da çoğu resmi binalarda sergileniyor. Bütün bunlar gündelik hayatla arkeoloji arasındaki ilişkiyi değiştiriyor. Böylelikle daha öncesinde efsanelere dayanan ilişkilerin yerine, biraz daha tarih bilincine bağlı ilişkilerin oluştuğunu düşünüyorum.
Şunu da söylemek gerekir; bunları belgelerle tespit etmek mümkün değil. Ancak elimizdeki verilerden birtakım senaryolar kurabiliyoruz. Örneğin, eski eserlerin hükümet binalarında ve liselerde sergilendiğini biliyoruz. Bunlar, birçok insanın girip çıktığı binalar. Memurlar, öğrenciler, gündelik işleri için bu binaları kullanan insanlar var. Sergilerin bu insanlar nezdinde merak uyandırmaması mümkün değil. Dolayısıyla başka türlü bir ilişki gelişiyor diye düşünebiliriz.
Kitabınızda, 19. yüzyıl müzelerinin kuruldukları kentlerin imajı ve makroformuyla iletişimini inceliyorsunuz. İncelediğiniz müze yerleşimleri arasında Paris Louvre, Londra British Museum ve New York Metropolitan Museum of Art var. İstanbul Arkeoloji Müzesi ya da eski adıyla Müze-i Hümayun bu çerçeve içerisinde çağdaşlarıyla kıyaslandığında nerede duruyor?
Aslına bakarsanız bu acı bir konu… Müze-i Hümayun için arsa seçim süreci yürütülüyor. Osman Hamdi’nin etkisinde ve önderliğinde Topkapı Sarayı’nın içerisinde bir arazi müze için tahsis ediliyor. Böylece müze yönetimi, özel mülkiyete ait toprakları kamulaştırmak ve yıkmak gibi çetrefil sorunlarla uğraşmak zorunda kalmıyor. Kaynakların kısıtlı olması göz önünde bulundurulduğunda, bu oldukça büyük bir avantaj. Ancak aynı oranda dezavantajı da var. Diğer büyük kentlerde müze yerleşimlerine baktığımızda hepsinin kent imajına katkısını açık bir şekilde görüyoruz. Kimi müzeler eski binalara yerleşmiş, kimisi yeniden inşa edilmiş. Örneğin, gerek eski saraya yerleşmiş Louvre, gerek yeni bir binadaki New York Metropolitan Müzesi kentin en önemli odak noktalarında bulunuyor. Müze-i Hümayun’un kentle ilişkisi bu anlamda eşdeğerlerinden ayrışır. Çünkü görünmüyor! Üstelik İstanbul gibi profili kuvvetli bir şehirde, adeta çukura gömülmüş gibi… Galata Kulesi’nden dahi görülemiyor. Müzenin gizliliği, dönemin Osmanlı yazarları tarafından yer yer avantaj olarak gösterilmiş. “Gizli bir bahçede keşfediliyor” gibi betimlemeler var. Ancak şehrin kültürel hayatına, Galatasaray Lisesi ya da Mekteb-i Tıbbiye yapılarının getirdiği gibi bir imaj katkısı yok. Bu gizlilik bir parça fonksiyonuna bağlı. Bu müze, halka büyük hizmet sağlamak amacıyla kurulmuş bir müze değil. Daha çok bilim insanlarının toplandığı ve onlara hitap etmek amacıyla kurulmuş bir müze.
İstanbul Arkeoloji Müzeleri
Müzecilik açısından değerlendirildiğinde Müze-i Hümayun’un çağdaşları arasındaki yerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Müzecilik açısından eşdeğerlerinden geride kalır bir hali yok. Oldukça modern bir müze. Üstelik çok çabuk büyüyor. Kısa süre içerisinde, 1891 ile 1906 yılları arasında, ana yapıya iki adet yapı ekleniyor, iç düzenlemeler tamamlanıyor ve büyük bir bina haline geliyor. Daha önce sözünü ettiğimiz kanunların etkisi de yadsınamaz ölçüde önemli. Bu kanunlara göre bütün imparatorlukta bulunan eserlerin en iyileri ivedilikle İstanbul’a getirtiliyor ve müze genişliyor.
Müzenin gelişimi düşünülürken dönemin koşulları ve kısıtlı kaynaklar göz önünde bulundurulmalı. Osmanlı İmparatorluğu’nun giderek güçleşen mali durumu müzenin gelişimini etkiliyor. Örneğin; yine aynı dönemde müze dünyasına yeni giren New York Metropolitan ile kıyaslandığında, Müze-i Hümayun’un imkanları oldukça kısıtlı. Bu anlamda çağdaşlarına göre mütevazı olduğu söylenebilir. Ancak bilimsellik ve sergileme açısından çağdaşlarıyla aynı seviyede.
Bir diğer önemli konu ise, Müze-i Hümayun’un dünya müze haritasına hızlı ve etkili bir şekilde yerleşmesi. Müze-i Hümayun ilk kurulduğu andan itibaren, merkezinde yer alan Sayda lahitleri ve özellikle İskender Lahdi olarak isimlendirilen lahit sayesinde dünya müzeler topluluğu içerisinde çok önemli bir yere geliyor. Nedeni lahitlerin boyalı olması. 19. yüzyıl Avrupası’nda, Yunan sanatının özellikleriyle ilgili tartışmalarda, polikromi yani çokrenklilik hem ilgi çekici hem de sakınılan bir alan. Beyaz ve somut olarak düşündüğümüz formların üzerindeki renkli boyalar pek çok insanı rahatsız etse de 19. yüzyıl sonunda yapılan kazılarda renk izleri taşıyan eserlerin bulunmasıyla bu tartışma alevleniyor. Müze-i Hümayun’da sergilenen lahitlerin bu tartışmalara etkisi çok büyük. Dönemin sanat tarihi ve arkeoloji dergilerine bakıldığında lahitlerin yarattığı etki anlaşılır. Lahitlerin bulunuşu bazı dönem yazarları tarafından antik sanatla ilgili çalışmaların dönüm noktası olarak tanımlanır. Bu tartışmalarla birlikte müze sanat tarihi açısından dünya haritasında önemli bir noktaya yerleşiyor.
İskender Lahdi
Kitabınızda, Müze-i Hümayun ve İstanbul dışında, antik alanlarındaki emeğin durumuna da yer veriyorsunuz. Bu konuya nasıl yöneldiniz?
Görsel belgeleri topladığım zaman, fotoğraflarda külliyatlı miktarda görülen işçiler beni “dürtükledi”. Bu işçiler bir şekilde, “Bizden kimse bahsetmiyor, biz ne olacağız?” diye benimle konuşmaya başladılar. Böyle bir çalışmayı ilk yapan ben değilim. Örneğin, Dorothy Metzger Habel 16. yüzyılda Roma’nın yeniden inşa edilişini incelediği çalışmasında, “Bu işçiler bana sesleniyor. Ben işçileri nasıl hikayemin bir parçası haline getirebilirim?” diye sorar. Habel’in çalışmasında kullandığı “sesleri duymak” ifadesi bana çok cazip geldi. Ben de kitapta işçilerin seslerini duymak istedim. Ancak bunun çok zor olacağını da biliyordum.
Araştırmayı yaparken University of Pennsylvania’nın Arkeoloji Müzesi’nde karşıma, Amerikalı arkeologların Mezopotamya Nippur’da yaptıkları kazıya ilişkin ilginç bir arşiv çıktı. Bu arkeologlar kazı çalışmaları için fotoğraf makinelerini yoğun bir şekilde kullanıyor ve aynı zamanda etnograf gibi çalışmaya başlıyorlar. Bunun bir nedeni var. Kazı alanı ıssız bir yerde. Çalışmalara mevsimlik işçiler geliyor ve bu alanda kendilerine köy kuruyorlar. Böylelikle ikili bir yerleşme biçimi ortaya çıkıyor: Bir yanda arkeologların kendileri için yaptıkları mekanlar, öte yanda yerli mevsimlik tarım işçilerinin kendi geleneklerine göre kurdukları köyler. Bu durum arkeologlardan bir tanesinin özellikle merakını cezbetmiş ve proto-etnografik bir dokümantasyon yapmış. İşçiler evlerini nasıl inşa ediyor? Nasıl yaşıyorlar? Gündelik hayat kurguları nasıl? Bu arşivde bulduğum arkeologların çalışmaları, bu sorulara dair epey bilgi veriyor. Hatta yerlilerin çaldığı müzikleri betimleyen ve notalarını kaydeden arkeologlar bile var. Böyle bir arşivle karşılaşmayı hiç beklemiyordum. Gördüğüm belgeler beni çok mutlu etti ve kitabın son iki bölümünü, yapabildiğim kadar, emeğin durumuna ayırmak istedim.
Belgeleri nasıl okuyacağım önemli bir soruydu. Çünkü arşivde arkeologlar tarafından yazılmış çok sayıda rapor ve kitap bulunuyor. Bunlar emperyalist ve kolonyalist çerçeve içinde yazılmış metinler. Birçok stereotip kuruluyor ve anlatımlar “ilkel insanların cahillikleri” gibi ifadeler içeriyor. Ancak bu metinlerin satır aralarını okuduğunuz zaman başka bilgiler elde edebiliyorsunuz. Örneğin, yerli işçilerin yaptıkları kazılarda bulunan eserlere olan ilgisini anlayabiliyorsunuz. Arkeologlarla işçiler arasındaki ilişkiler de değişebiliyor. Sonuçta uzun zaman birlikte yaşıyorlar. Satır araları okunduğunda gündelik hayat üzerine epey bilgi bulmak mümkün. Epeyce risk aldım. Elimde belge olmadan, ispatlayamadan sorular sordum. Bunları, en azından, düşünmemizin faydalı olduğu kanısındayım. Kazı alanlarındaki gündelik hayatı bir nebze olsun canlandırmak istedim.
Karşıma çıkan arşiv, bu anlamda çok faydalı oldu. Daha sonra diğer arşivlerden benzer bilgilere ulaşabildim. Farklı coğrafi bölgelerde yapılan kazıları karşılaştırma ve değerlendirme fırsatım oldu. Örneğin, Batılı arkeologların bakış açısı benzerlik gösteriyor. Kazı alanında çalışan işçiler ve yaşamları ise farklı. Belgelerde, farklı köylerden gelen işçilerin yerleşik köyleri ya da kabileleri hakkında bilgiler bulunabiliyor. Bu işçiler kazı alanlarına aileleriyle birlikte yerleşiyorlar. Ancak hiçbir zaman işçilerin ağzından, kendi düşüncelerini okuyamıyoruz. Yalnızca hayalgücümüzle seslerini duymaya çalışıyoruz.
Bu çalışmayı yaparken özellikle arşivde sizi çok şaşırtan ve heyecanlandıran ilginç hikayelere rastladınız mı?
University of Pennsylvania müzesinde, demin bahsettiğim arşivle karşılaşmam bir sürprizdi. Ben oraya tamamen başka bir amaçla, kazı alanına ilişkin mimar çizimlerini bulmak için gitmiştim. Iraklı işçilerle karşılaştım ve çok memnun oldum. Yine satır aralarını okurken heyecanlandığım başka hikayeler de oldu. Bu hikayelerden bir tanesi benim için özellikle çok kıymetli. Arkeologlardan biri kitabında önce yerlilerin eski eserlere ilgisinin olmadığından, eserleri anlamadıklarından ve dolayısıyla benimsemediklerinden bahsediyor. Birkaç sayfa sonra ise, her yağmurdan sonra yerli kadınların dört ayak toprağı eşelediklerini ve eski mühür arayıp topladıklarını öğreniyoruz. Bu kadınlar mühürleri alıp boncuklarla biraraya getiriyor ve kendilerine takı yapıyorlar. Bence bu, tarihi benimsemenin ve eski esere saygının çok güzel bir ifadesi. Müze dükkanlarında bulunan taklit eserlerden yapılmış mücevherlere çoğumuz ilgi duyuyoruz. Bunlar onların otantiği. Benzer başka hikayeler de var ama en sevdiğim bu...
Son olarak bu alanda çalışmalar yürüten genç araştırmacılara tavsiyeleriniz var mı?
Tavsiye etmeyi pek sevmiyorum. Elbette bu konuya birçok farklı açıdan yaklaşılabilir. Benim yapmak istediğim, konu hakkında yeni perspektifler açmaktı. Umut ediyorum ki başka perspektifler de açılacaktır. Yine tavsiye etmiyorum ancak şunu söyleyebilirim: Önemli olan cümlenin sonuna nokta değil soru işareti koymak. Bizi kurcalayacak, heyecana getirebilecek ve konuyu açacak birtakım sorular sormak. Hiçbir tarih araştırması bitmez, bu nedenle son sözü söyleyemez. Bakılacak çok belge, bakanın gözüne bağlı farklı okuma biçimleri var. Arkadaşlar bütün bunlara karşı açık fikirli olurlarsa yeni bir enerji gelebilir diye düşünüyorum.