"Almanya'dan Türkiye'ye dönüşüme kimse akıl erdiremedi"

02 Aralık 2010

Ofisin kuruluş aşamasından başlayacak olursak, ilk ofisinizi Norwin Rummel ile Almanya'da kuruyorsunuz. Daha sonra Türkiye'ye geri dönüp buradaki ofisinizi açıyorsunuz. Bu süreci aktarabilir misiniz?

Almanya'daki büromuzun kuruluş yılları, 1978 yılına rastlıyor. Almanya'ya gidiş hikâyemiz biraz uzun. Stuttgart Teknik Üniversitesi'ne başladıktan sonra denklik konusunda bazı sorunlar yaşadım. Bunun için birtakım farklı dersler aldım ve yüksek lisans eğitimimi tamamladım. Almanya'da Mimarlar Odası'na kaydolabilmeniz için o ülkede iki yıl mimarlık pratiği yapmış olmanız gerekiyor. Mimarlık unvanını ise Oda'ya kaydolduktan sonra edinebiliyorsunuz. Alman ortağımla büromuzu 1978'den önce kurmuştuk fakat yasal olarak, ben okuldan mezun olup 2 yıllık meslek pratiğimi ispat ettikten sonra Mimarlar Odası'na kaydımız oldu.

Ortağınızla nasıl tanıştınız, okul arkadaşınız mıydı?

Hem okuldan hem de mimarlık ortamından tanışıyorduk. Okul dışında da birtakım faaliyetlerimiz oluyordu. Sonra beraber ufak tefek işler yapmaya başladık. Ağırlık noktamız yarışmalara girmekti. O, uygulama pratiği açısından daha yetenekliydi ben de tasarım açısından. Öylelikle bir ekip oluşturalım dedik. Ofisi ilk kurduğumuzda hep yarışmalara katılıyorduk, çünkü genç bir büro olarak iş elde etmemizin tek yolu buydu.

Yurt dışında çalışıyor olmanızın da bunda etkisi olmuştur…

Evet, zaten yabancılara karşı önyargılı bir tutumları var. Almanlar bir yapıyorsa siz on yapmak zorundasınız. Bunu ispat etmelisiniz. İşi verirken, Alman için bir defa düşünüyorlarsa, sizin için on defa düşünecekler. Dolayısıyla bir Alman'la ortaklık kurmanız büyük avantaj sağlıyor. Tek başınıza iş almanız hemen hemen imkânsız gibi. Tabi bu anlattıklarım 1970'ler 1980'ler için geçerli.

Alman ortağınız açısından da yabancı bir mimarla çalışmak besleyici olmuştur.

Evet. İşveren, "En azından güvenebileceğimiz bir vatandaşımız var büroda" diye düşünüyor. Alman ortağınızın olması sizin için sigorta oluyor. Kafalarında, "Çok çalışkan bir Türk var, arkasında da güvenebileceğimiz bir Alman var. O zaman kabul edebiliriz" gibi bir düşünce yatıyor. Fakat bazen bu bile yeterli değil. Karşınızdakinin işi size verebilmesi için yarışma birinciliği gibi birtakım zorlayıcı sebeplerin de olması lazım. Eğer birinci olabiliyorsanız ve jüri de birinci projenin uygulanması için tavsiye kararı alıyorsa, o zaman işveren işi size vermede kendini % 80–90 zorunlu hissediyor.

Tabi Almanya gibi bir ülkede yarışmada birinci gelen projenin uygulanmasına riayet ediliyordur. Zira Türkiye'de bu biraz da yarışmayı açan idarenin keyfiyetine bağlı. Bazen dereceye giren birkaç projenin kolaj halinde uygulandığına dahi şahit oluyoruz.

Bu konuda yaşadığım deneyimleri anlatsam herhalde bu sohbetimiz 2 gün daha uzar. Türkiye'de anlayış çok farklı, değişik bir yapı ve düşünce tarzı var.

Daha önce verdiğiniz röportajlardan birinde, yarışmaya olan tutkunuzu doğruluyor ama projenin uygulandığını görmediğiniz takdirde bunun buruk bir zafer olduğunu vurguluyorsunuz.

Evet. Ömrünüzün bir bölümünü ayırdığınız, çok büyük emekler harcadığınız ve önemli meslektaşlarınızla koştuğunuz kulvarda birincilik ödülü alıyorsunuz ve bu, uygulanmadan arşivlerinizi süsleyen bir anı olarak kalıyor. Tabi ki hüzün verici bir durum. Şöyle söyleyebilirim; yarışmalara ayırdığımız vakti, verdiğimiz emeği ve enerjiyi piyasada harcamış olsaydık, bugün belki de ekonomik yönden ve uygulamaya dönük olarak çok farklı bir yerde olabilirdik. Yola beraber çıktığımız arkadaşlarımızın bir kısmı seçimlerinde farklı kriterleri ön planda tuttular. Ama bu da bizim tercihimizdi…

Buna bağlı olarak iki sorum olacak. Birincisi, neden Türkiye'ye geri dönmeyi tercih ettiniz? İkincisi de, rekor denebilecek sayıda yarışmaya katıldınız, belli bir tanınırlığa eriştiniz, öte yandan üniversitede ders vermenizin getirdiği bir prestij var, neden yarışmalarla devam etmeyi seçtiniz?

Türkiye'ye dönme konusuyla başlayayım. Geri dönme macerama hiç kimse akıl erdiremedi. İşlerimin çok iyi gittiği bir zamandı. Almanya'da ortağımla birlikte yanımızda 14 kişi çalıştırıyorduk. O zaman için orta büyüklükte bir büro sayılırdı. Kararımda ailevi sebepler baskın oldu. Evlendikten sonra eşim ile birlikte 4 yıl Almanya'da kaldık. Sonra oğlumuz nerede ilkokula başlarsa orda kalmayı kararlaştırdık ve 1987'de Türkiye'ye döndük.

Az önce "işlerimizin iyi olduğu bir zamanda" dedim. Ben döndükten iki yıl sonra Demir Perde yıkıldı ve Almanya'da işler fevkalade arttı. Buna rağmen tekrar Almanya'ya dönmeyi düşünmedik. Ortağım bu iki sene zarfında eksikliğimi yoğun bir şekilde hissetti ve 1989'da çok genç bir yaşta kalıtımsal bir rahatsızlıktan dolayı aniden vefat etti. 

Orada 1987'ye kadar 16 yıl kalmışım, sıfırdan başlayarak her türlü sıkıntıyı, sevinci tatmışım; kendi bürom olmuş, yarışmalar kazanmışım, ismimiz duyulmuş, iyi bir büro olmuşuz vs. Ama Türkiye özlemimdi ve dönmüş olmaktan da hiç pişmanlık duymadım. Buraya uyumda zorluk çektiğimi inkâr edemem. Hala da zorluk çektiğim anlar oluyor.

Peki, Almanya'da bulunduğunuz süre zarfında buraya gelip proje ürettiniz mi? Karşılıklı gidip gelmeler oldu mu?

Tabi, ilk on sene işlerimi orada yürüttüm. Ortağım vefat etmeden önce ve sonra yine Almanya'ya gidip geldim. Yarışmalara girdim. Başladığım işler vardı ve onları tamamladım. On sene boyunca neredeyse yılın bir kaç ayını orada geçiriyordum. Buraya dönmemiz de öyle aniden olmadı. Şu anda halen Almanya'daki bürom mevcut. Alman vatandaşı olmadım ama Almanya'da kalma hakkım var. Bir iş alma durumu olduğunda Almanya'daki büroyu hemen aktif hale getirip, personel sayısını artırıp oradaki işlere devam edebiliyorum. Ama bunu uzaktan yürütmek giderek zorlaşıyor. Ya bunu çok besleyen işleriniz olacak ve büronun çekirdek kadrosunu bırakacaksınız ya da oradaki varlığınızı yarışmalara katılım, jüri üyeliği gibi yollarla sürdüreceksiniz.


Yavuz Selim Sepin ile
Mimari Ekip ile
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :