İnsan zihni ve ruhsallığı, anlam oluşturma yönünde bir eğilime ve çabaya sahiptir. Başta Freud olmak üzere pek çok psikanaliz kuramcısı, anlam oluşturma ve anlatı kurma ihtiyacının insan zihninin ve ruhsallığının bir işlevi olduğunu ve simgeleştirme süreçlerine sıkı sıkıya bağlı olduğunu göstermiştir. Üstelik bu süreç bebeklikte başlamaktadır. Bebeğin ruhsallığı, annenin dünyayı bebek için durmaksızın yorumlayıp anlamlı sözlere dönüştürmesiyle ‘bir anlatı süreci' içinde gelişir.
Winnicott, simgeleştirmeler aracılığıyla bebeğin, ileride olacağı birey için, kendine nasıl bir ‘varlık hikayesi' oluşturduğunu tarif ederken; Klein, anlatının kökenini bebeğin doğumunun da evveline dayandırarak onun baştan var olan bir iç dünya, yani bir hikaye ile dünyaya geldiğini öne sürer. Arkaik içsel nesneler ve bunlar arasındaki parçalı ilişkilerle tanımlanan bu iç dünya, gerçek nesnelerle süregiden teması ve ilişkisi içinde, bir anlamda gerçekliğin sınavından geçerek, simgelerle ifade edilebilen ve giderek sözle (ve diğer simgelerle) bütünlüklü olarak anlatılabilen anlamlı bir hikayeye dönüşür.
"City narratives", Rodolfo Edwards
Barthes ise, dünyada sayılamayacak kadar çok anlatı olduğundan bahseder. Anlatının dayanağı, eklemli dil (sözlü ya da yazılı), görüntü (durağan ya da devingen), el-kol-baş hareketi ve bütün bu tözlerin düzenli bir karışımından oluşabilir.
Roland Barthes
Mitte, efsanede, fablda, masalda, uzun öyküde, destanda, hikayede, trajedide, dramda, komedide, pantomimde, resimde (Carpaccio'nun Azize Orsola'sını düşünelim), vitrayda, sinemada, çizgi resimlerde, sıradan bir haberde, konuşmada anlatı hep vardır. Anlatı insanlık tarihinin kendisiyle başlar. Bütün sınıfların, bütün insan topluluklarının anlatıları vardır ve çoğunlukla bu anlatılar, değişik hatta karşıt kültürlerdeki insanlar tarafından ortaklaşa olarak tadılır.
"Le Storie di sant'Orsola", Vittore Carpaccio, 1490-1495
"En bayağı olayın bir serüven haline girmesi için onu anlatmaya koyulmanız gerekir ve yeter" der Sartre, ünlü başyapıtı ‘Bulantı'da ve ekler; "İnsanları aldatan da bu zaten. Kişioğlu hikayecilikten kurtulamaz, kendi hikayeleri ve başkalarının hikayeleri arasında yaşar. Başına gelen her şeyi hikayeler içinden görür. Hayatını, sanki anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır".