Sizin bu jüri konfigürasyonu içindeki yerinizi özellikle anlamlı kılan, Behruz Çinici ile birlikte yaptığınız TBMM Camisi'nin mimarları olmanız. Daha da önemlisi, bu caminin Türkiye mimarlık tarihi açısından, camiye özel mimarlık yapılarına ilişkin son derece yenilikçi ve farklı bir örnek olarak milat teşkil ettiğini söyleyebilmemiz. Bu anlamda sizin orada uyguladığınız tasarım prensipleri; saf tutma, kıbleye dönerken kapalı bir mekandaki mihraba doğru değil de bir bahçeye ve su öğesine doğru yönelme, ışıkla kurulan ilişkiler bağlamında, yaptığınız üründen bugünlere kadar ve dolayısıyla bu yarışmanın projeleri bağlamında, cami ya da ibadet mimarlığına ilişkin nasıl bir zihin açıklığı ya da bir tutukluk kaydettiğimizi söyleyebilir misiniz?
Vallahi zor bir soru oldu. Bizim yaptığımız cami, daha kapalı bir kampusun içerisinde, mescidimsi bir yapıydı. Gerçi kapasiteleri aynı ama bu, mahallede daha fazla gözükmesi gereken bir yapı. İkisi arasında, ölçeği dışında belki bir paralellik kurulamaz.
"Birinci proje, sindirilmiş bir tarih bilgisi eğitiminden geçmiş"
Geometrisi özelinde de mi kurmamayı tercih edersiniz?
Geometrisi özelinde de kurulamaz. Çünkü bir tanesi saf düzeni olarak mihrap kısmına uzun kenarıyla yaklaşıyor. Ötekisi ise tamamen dik geliyor. Bu, caminin kendi morfolojisi ama tabi geometrik olarak da arada şöyle paralellikler kurulabilir; birinci seçilen projede, çevreden yaklaşım mekan hiyerarşisine önem verilmiş. Zaten bütün jüriyi etkileyen de o oldu. Bu da, bizim yaptıklarımızla ortak bir hassasiyet. Yani böyle çok büyük anlamlar atfetmiyorum. Bu yavaş yavaş gelişen bir konu. Bizim camide yaptığımızın da bir anda gerçekleşen büyük bir atılım olduğunu düşünmüyorum. Ona benzer örnekler mimarlık tarihinde var. Sadece onların iyi bir şekilde irdelenmesi gerekiyor. Belki böyle şeyler Cumhuriyet döneminde yapıldı ama tarihe baktığınız zaman çok zengin örnekler var. Öyle bir havuza hakim olup iş yapınca, öyle eserler çıkarabiliyorsunuz. Kaldı ki bu yarışmanın birincisi de bence, sindirilmiş bir tarih bilgisinin eğitiminden geçmiş bir proje.
En azından size o izlenimi verebildi.
Evet, çok olgun bulduk. Özellikle 80 sonrası dönemde cami, hep tek başına bir bina olarak yorumlanıyor. Masumiyetini yitirmiş argümanları var ya, birazcık bundan çıkıyor. Halbuki cami dediğimiz şey, halkın nasıl toplandığının mekanizmasının kurulması.
Tabi, çünkü cemaate hizmet eden bir yapı…
Cemaat nasıl toparlanıyor? Toparlanırken geldiği yolda kat ettiği güzergahın tasarımı... Tasarımı derken de illa kenar detayı değil; mekanın soyut olarak nasıl bölündüğü… Birinci projede tüm bunlar ustalıklı bir şekilde vardı. İkincide de… Buna bir set olarak bakmak lazım. Ve bir tanesi daha ağır bastı.
"Mimarın hayal etmesi talebe bağlıdır"
Peki sizin o örnekten sonra bir kez daha üretmeye fırsat bulmayı hedeflediğiniz veya hayal ettiğiniz bir ibadet yapısı var mı? Bir kez daha böyle bir işe soyunma isteğini içinizde barındırıyor musunuz?
Nevzat Sayın, "Mimarın hayal etmesi talebe bağlıdır" der. Aynen Nevzat gibi ben de durup dururken hayal edemiyorum. Birisi bunu talep ettiği zaman o arazi ve o durum için hayal edebiliyorum, yksa hayal etmekte güçlük çekiyorum. Ama birisi talep ettiği zaman kafam çalışıyor (gülüyor).
Son olarak şunu soracağım. Behruz Bey bu fikre hiç katılmazdı ama sizin yanıtınızı merak ediyorum. Turgut Cansever'in "kubbeyi yere koymak" diye bir kitabı vardır...
Evet, fakat ben onu çok doğru dürüst okuyamadım maalesef. Dilerseniz bana kısaca anlatın.
Tabi, memnuniyetle. Söylemeye çalıştığı şey aslında şu; camiyi yenilikçi bir geometri ile yeniden üretmek 60 sonları, 70 başlarında bir tür trend haline gelir. Bütün o mevcut morfoloji duvarlarından yıkılır, kubbe doğrudan yere oturtulur. Vedat Dalokay'ın ve daha sonra başka bir sürü öneride, kocaman bir cami kütlesi üzerinde yeni bazı geometrik bezemeler veya yeni strüktür denemeleriyle beraber, minaresinden ve de merkezi planın genel strüktüründen ayrıştırılır ve tek başına bir strüktür olarak değerlendirilmeye başlar. Turgut Bey ise; "Cami morfolojisinde kubbeyi var eden şey, tarihsel ve toplumsal bağıntıların bütünüdür. Kubbeyi yalnızca bir strüktür olarak duvarından ayırt ederek kullanırsanız, aslında o bağıntıların tamamını yok saymış, dolayısıyla kubbeyi almış sadece yere koymuş olursunuz" der. Buradaki projelerin pek çoğunda görmediğimiz bir yaklaşım bu. Kubbeyi yere koyan projelere rastlamıyoruz. Siz bu düşünce güzergahını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sizin anlatımınızdan yola çıkıyorum. Anladığım kadarıyla şunu demek istiyor herhalde… Bildiğim kadarıyla Turgut Bey modernizmle çok rahat hissetmeyen birisi. Yaptığı işleri çok takdir edip öğrenmişimdir ama bu yorumu eğer sizin anlattığınız gibiyse, modernizmle pek barışık bir yorum değil. Çünkü modern zihinler kesintiyle çalışıyor. Turgut Bey'in zihni öyle çalışmıyor. Daha çok da tarihsel olarak kurmaya çalıştığı bir öncül var işlerinde. Mesela bu çok suni geliyor bana. Tabi ondan daha gencim. Bu kesikli ve kopmalı hayata daha alışkınım. Kubbe statik bir meseledir. İyi yaptığınız zaman iyi olur. Ve bence yere konulabilir, yani kesinti olabilir (gülüyor).