Cengiz Bektaş: Almanya'da üniversitede okurken, dışarıdan gelen öğrencilere 'Doğu Diploması' verilirdi. Giderek, bazı arkadaşlarımdan, Almanya'da mimarlık yapmayacakları üzerine söz alınmıştı. Çünkü kafalarında şu düşünce vardı: "Nasıl olsa gidip kendi ülkesinde çalışacak. Neden ondan bütün bunları isteyeyim? 'Diplomasını verip yollarım' " Böyle düşünülmesinin nedeni de bunun ülke için bir gelir kaynağı olması… Bugün yabancı öğrencilere ayrı işlem yapılıyor mu?
Ercan Ağırbaş: Hayır, yapılmıyor. Zaten mezun olduktan sonra kimse hemen çalışamıyor. Önce, iki sene boyunca bir mimarlık ofisinde çalışıp, deneyiminizi geliştirmeniz gerekiyor. Yeni mezun bir mimarın, pratik yaşamda şantiye kontrolünün nasıl olacağını, ihale dosyalarının nasıl hazırlanacağını öğrenmesi lazım. Bu konuda Almanya'da da üniversiteler yetersiz kalıyor. Bunun için Mimarlar Odası'nın kurslarına da gitmelisiniz. Bu tecrübeleri sağladıktan sonra Oda'ya kaydolup mimar olarak çalışabiliyorsunuz. Yabancı – Alman ayrımı yapılmıyor. Öte yandan Türkiye'deki Mimarlar Odası gibi yabancılar için özel bir aidat uygulanmıyor ki bu hiç hoş bir uygulama değil. Ben bile Oda'nın gözünde yabancı mimar statüsündeyim. Almanya'da esas kriter, ikametgahınızın olmasıdır. Oturma müsaadesine sahipseniz Almanlar ile aynı haklara da sahipsiniz.
CB: Yazar olarak İsveç'e gittiğimde, orada yaşayan Türklerin bana en çok sordukları soru şu idi: "Çocuğumuzu Türkçe ile mi, İsveççe ile mi yetiştirelim?"
Ben de şu yanıtı vermiştim: "Çocuğunuz burada yaşayacak kendisini buradaki yasalara göre savunması gerekecek. Günün birinde Türkiye'ye dönme olasılığı var diye, onu ne denli güçlü bir Türkçe ile yetiştirebileceksiniz ki? Kaldı ki onun bu yönde yetişmesi için yalnızca sizin verdiğiniz Türkçe de yeterli olmayacaktır. Ama İsveççe konusunda zorunlusunuz çünkü haklarınızı savunabilmeniz için yasaları bilmeniz ilk koşul. Eğer bunca yıldır buradaysanız, yerinizde olsam çocuğumu İsveççe ile yetiştirirdim." Bu soru Almanya'da da sorulmuştu, bu durumda bir değişiklik var mı?
EA: Öyle aileler var ki; "Biz çocuğumuza Türkçe eğitimini verelim, zaten ana okulda Almancayı öğrenecek. Sonra zaten onun önüne geçemeyiz ama Türkçeyi mutlaka bilsin" diyorlar. Sonuçta da, Almanya'da doğmuş büyümüş bir çocuk 6 yaşında Almanca bilmeden okula gidiyor. Çünkü anne baba bunu, okulun görevi olarak görüyor. Pek çok ailede ise anne baba bu görevi bölüşüyor; birisi Türkçe diğeri Almaca konuşuyor. Biz de eşimle bu yöntemi uyguladık ve bir sentez oluşturmaya çalıştık. Bu konuda çok üzücü durumlarla karşılaşabiliyorsunuz. Ruhr bölgesinde olsun, Köln'de olsun öyle sokaklar var ki, hayatınızın sonuna kadar Almanca bilmeden yaşayabilirsiniz. Bu durum da haliyle Almanya'daki politikacıları korkutuyor.
CB: Bonn Büyükelçiliği yarışmasını kazandığımızda, üç ortaktan Almanca bilen ben olduğum için, projeyi onaylatma görevi de bana düşmüştü. 26 soru belirlemişlerdi… Bunların yanıtını alamadan projemizi onaylamıyorlar. Gidip soruları yanıtladım, onayı aldım. Bu arada da büyükelçilikte, Köln'de kaç Türk'ün yaşadığını sordum. Kimse yanıt veremedi, Ayrıca büyükelçilikte Almanca bilen yoktu. Elçiliğin işlerini yerli yazman olarak çalışan Alman bir hanım yürütüyordu. Köln'e gidip araştırdım. Örneğin ranzalı bir odada 6 kişi birlikte kalıyorlardı. Ayda 125 mark harcıyorlar. Soğan ekmek yemeleri önemli değil, önemli olan kafalarında, belli bir para kazanıp Türkiye'ye geri dönme düşüncesinin yatması. Ama öyle olmadı. Şu ünlü söz var ya: "İşçi çağırdık, insan geldi". Gerçekten de Almanlar, bunu uzun bir süre üstünlük nedeni olarak görmeye çalıştılar. Burada 'Almanya'daki Türk edebiyatı' konulu bir etkinlik yapmaya kalktılar, çok ters konuştum. Ne ayrımı var? Yazın yazındır… İnsan ne yaşamışsa doğaldır ki yapıtında da onu yansıtacak.
Burada asıl önemli olan birinci kuşak ile ikinci kuşak arasındaki çatışkı. Biri "Vatanıma döneceğim." diyor, öteki "Neden döneyim?" diyor. Hele üçüncü kuşak Türkiye'ye geldiğinde tümüyle yabancılanıyor. Burada her davranışıyla dalga geçiliyor. Küçük kentten büyük kente gelmiş adamlar olarak bunu Anadolu içinde biz bile yaşadık. Şimdi bu üstünlük taslama geride kaldı diye düşünüyorum. Bir Fatih Akın, bir Mesut Özil oranın kuralları içinde önemli yerlere gelebiliyor. Bu örnekler, Almanlara "Böyle şeyler olabiliyor" diye düşündürmesi bakımından önemli. Sanırım bu durum olumlu yönde değişti değil mi?
EA: Son senelerin en önemli gündem konusu bu entegrasyon sorunu. Thilo Sarrazin geçtiğimiz yıllarda yayımladığı, polemiklerle dolu kitabında şu ifadelere yer vermişti: "Almanya artık kendisini yok ediyor, çünkü bilgimizi ve kültürümüzü onlara verdik. Otuz sene sonra Alman kültürü yok olacak ve yerini sadece Türk ve Arap kültürü alacak".
Öte yandan gerek basın gerekse Alman toplumu artık; Fatih Akın ve Mesut Özil gibi isimlere 'iyi entegre olmuş bir Türk' şeklinde değil, anne babası Türk olan Alman gözüyle bakıyor, yani onları Alman olarak benimsiyorlar. Çünkü bu kişiler eğer başarı göstermişlerse bu, Alman olmalarından kaynaklanmaktadır diye yaklaşılıyor. Anne babasının Türkiye'den gelmiş olması ise önemli değil. Entegre olamayanlar ise halen büyük bir sorun olarak görülüyor. Bu öyle noktalara varıyor ki, cami yapılmasının önüne geçmek için parti bile kurulabiliyor.
CB: Şu noktaya da ilgi çekmekte yarar var. Almanya'da yaşadığı sürece her türlü ulaşım kuralına uyan kişi, Türkiye'ye girdiği andan sonra başka bir kişi oluyor. Çünkü burada her türlü kuralı çiğneyebiliyor. Sanırım bugün de bu konuda çok büyük bir değişiklik yok. Belli dönemlerde ulaşım kazalarında artış olduğunda, yurt dışından gelen kimi insanların burada, ne hız yasağını ne de kırmızı ışığı umursamadığını, bunların tam tersine davranabildiğini görebiliyoruz.
Bu saptamadan yola çıkarak şuraya varmak istiyorum: Alman kentlerinin bir düzeni var, eğer ‘imar durumu' verilmişse, üç kat yerine dört kat yapamazsınız. Burada ise benden, saptanmış olan imar durumunu delmem için, belediyede aracı olmam istenebiliyor. Bunu isteyen kişi için bu çok doğal bir durum. "Hamili kart yakınımdır" denilirdi ya eskiden… Demek ki bu insanın, oradaki kurallara uyamama gibi bir yeteneksizliği yok. Ama buraya geldiğinde, "50 cm daha çalsam, yarım kat fazla çıksam kâr" diye düşünen biri durumuna geliyor. Sen bu durumu nasıl değerlendiriyorsun?