Bir röportajınızda, geçmişle geleceği birleştiren zamansız tasarımlar yapmayı hedeflediğinizi söylüyorsunuz. Perakende ya da marka mimarisinde bu ne kadar mümkün?
Zamansız tasarımlar derken, şuna çok dikkat ediyoruz; mimarlık ofislerinin şahısla algılanmasının ötesinde, ülkemizde ciddi bir taklit sorunu var. Bugün dünyada yapılan her şey bir yerden alıntı, bir yerden bakma şeklinde. Çok iddialı söylüyorum, bizde yapılan her iş, oturup kendimizin tasarladığı işlerdir. Tabi ki belli fikirler insanlara yön verebilir ama şöyle bir moda yaratılmış, alalım bunun aynısını evirip çevirip tasarlayalım gibi bir algı burada kesinlikle yok. Burada insanlar gerçekten kendi hayalleriyle, emekleriyle bir şeyler üretmeye, tasarlamaya çalışıyorlar.
Franchising sistemiyle Türkiye'de açılan markalarda nasıl bir yöntem izliyorsunuz? Yerel özellikleri ya da sizin inisiyatifinize dayalı öğeleri tasarıma dahil edebiliyor musunuz?
Her konsepti bir hikayeye dayandırıyoruz. O markanın duruşu, hikayesi neyse, onun ihtiyaçlarından bir hikaye yaratıyoruz. Bu bazen çok köklü, geçmişi olan bir marka oluyor. O zaman kültürel birtakım detaylara da dokunabiliyor. Geçmişten geleceğe bir geçiş olabiliyor. Bazen yepyeni bir marka oluyor ama belli bir söylemle ya da bir özellikle ön plana çıkmak istiyor. Ama biz mutlaka fark yaratmak için belli felsefeler üretiyoruz. Hatta fark yaratma deyimini formülize ediyor; ‘Fizik, Akıl, Ruh, Kalp' diyoruz. Bunu biraz açmakta fayda var çünkü az önceki soruların cevabı da oraya gidiyor.
Fizik dediğimizde, insanların mimari/üç boyutlu olarak algıladığı görüntü, önemli bir veri. Bakıyorsunuz, ortada çok güzel bir görüntü var, fizik çok başarılı ama marka aynı oranda başarılı değil, satış sıfır. İnsanlar geliyor, ne kadar güzel deyip kapıdan geri dönüyor. Bu, fiziğin tek başına yeterli olmadığını gösteriyor. Marka olabilmek, fark yaratabilmek istiyorsak, akıl devreye giriyor. Akıl dediğimiz konu, analitik, bilimsel veriler. Artık perakende sektöründe, mağazalarda, marka konseptleri için ciddi analitik verilere ihtiyaç var. Kasanın bulunduğu konum, giriş-çıkış yönlenmeleri, iki kişinin yan yana geçebileceği mesafeler, hangi ürüne hangi ışık cinsinin vurduğu, iklimlendirme, çalan müzik... İnsan davranışları ses gruplarına göre farklılık gösterebiliyor. Sokağın akış yönünden, insanların yürüyüş yolundan vitrindeki ürünlerin algılanmasına, işin içinde ciddi bir bilim var. Mekan aynı zamanda ‘akıllı' olmak zorunda. Güzel ve akıllı bir görüntü yaratmak da yeterli değil. Bir de ruhu olmalı. Örneğin Starbucks'a girdiğinizde, tabelayı görmeden de, malzemesinden, dokusundan, duruşundan bir şekilde orada olduğunuzu anlarsınız. Mekan kendine özgü olmalı, taklit olmamalı, bakıldığı anda "işte bu o" denebilmeli. O ruhu yakalayamamışsa o hissi yaratamaz.
‘Kalp' için de kalbe dokunan detaylar yaratmak gerekiyor. Hem büyükler hem de çocuklar için iki ayrı kapısı olan Imaginarum diye bir çocuk mağazası var. Çocuğunuz önden koşup o kapıdan giriyor, siz de peşinden mecburen giriyorsunuz. Bunun gibi başka pek çok örnek sayılabilir. Kafenin önüne ufacık bir demir bisiklet parkı koyarsanız, oraya bisikletiyle gelenler çok farklı şeyler hissedebilir. Servis hizmet şekli de çok önemli bir faktör. O konuda da kalbe dokunan detaylar yaratılabiliyor. Şu anda Türkiye'de de şubeleri açılan ünlü dondurma markası Cold Stone'un Dubai şubesinde, çalışanlar dondurmayı hazırlayıp, birbirilerine fırlatıyorlar. Biri havada yakalıyor, biri fırlatıp duvara yapıştırıyor. Aynı anda 20 turist bunu kameraya çekiyor. Maraş dondurmasındaki hikaye gibi… Bu detayların hepsi bir fark yaratıyor. İşte ‘fizik, akıl, ruh ve kalp'in birlikte yakalandığı durumları mimari, yani 3. boyuttan 4. boyuta taşımak olarak adlandırıyorum. O zaman gerçekten marka için kurumsal bir duruş ve başarı yakalamaya başlıyorsunuz. "Buyurun bakın, çok güzel bir şey tasarladım" demekle marka mimarisinden, markalaşmaktan, kurumsal olmaktan bahsetmek mümkün değil.
Bir de maliyet konusu var tabii…
Marka olabilmek için öncelikle sürdürülebilir olmak gerekiyor. Sürdürülebilirliğin 3 ana boyutu, toplumsal, ekonomik ve çevresel olmak. Marka bir yatırım yapacak ve belki bunu artırarak devam ettirmek istiyor. Tasarımcı olarak ekonomik verileri baştan göz önünde bulundurmalı, bu bilinç içinde çalışmalısınız. "Ben işimi çok güzel yaptım, maliyet beni ilgilendirmez" gibi bir düşünce artık geçerli değil. Sonuçta o yatırımcı bir tane restoran açmıyor. Belki 100'e 300'e varacak, dünyada 1000'e ulaşacak bir yatırımdan bahsediyoruz. Bu iş adet adet çoğalacak ve sürdürülebilir olacaksa, marka büyüyecekse, yatırım maliyetinin de baştan belli olması gerekiyor. Biz bu tür projeleri, bunları tartışarak tasarlıyor, malzeme seçimimizi ona göre belirliyoruz. Eğer bu projeler Türkiye'nin her bölgesinde, hatta Ortadoğu'da yapılacaksa, malzemelerin kolay bulunabilmesi ve istenildiği zaman buralara kolaylıkla ulaştırılabilmesi ve dayanıklı olması önemli. Bir sene sonra çatladı diye değiştirilmemeli.
ALU markasının kurucusu Abramo Manfrotto geçtiğimiz yıl perakende tasarımı konusunda bir konferans vermek için İstanbul'a gelmişti. Mağazalardaki teşhir birimlerini tasarlayan ve üreten ALU'nun, sürdürülebilirliğe verdiği önemi aktarırken, farklı şekillerde tekrar ve tekrar kullanılabilen dayanıklı ürünler geliştirdiklerinden bahsetmişti. O sezon nasıl bir mağaza dekoru yaratılmak isteniyorsa aynı ürün farklı formlara dönüştürülebiliyor.
Tabii bunlar kulağa hoş gelen şeyler ama uygulamada bazı zorluklar yaşanabilir. Türkiye'de ne tasarladığınız, nasıl tasarladığınız çok önemli. Tasarımda farklı adetler kullanmak istediğinizde, sürekli sizinle çalışan bir yapı varsa ya da konu sizin kontrolünüzdeyse sorun yok ama mağaza müdürünün kontrolüne geçmiş bir yapıda amacından uzaklaşan durumlar yaşanabilir.