Petra'da bulunan Roma Tiyatrosu ülkemizde gördüğümüz pek çok örnekle benzerlikler gösterse de kayalara oyulmuş yapısıyla bizdekilerden ayrılıyor. Tiyatronun hemen arkasında yükselen kaya bloğuna oyulmuş mezar odalarının sayısı 40'ı buluyor. Burası kentin nekropolü, yani mezarlığı. O dönemin şartları göz önüne alındığında bu kayaların oyulması için nasıl bir emek harcandığını hayal etmek bile güç.
Şehrin ticari merkezini oluşturan sütunlu bir cadde hem anıtsal bir çeşmeye, hem de muhteşem bir tapınağa ev sahipliği yapıyor. Sütunlu revakların arasında uzanan kentin ana caddesi yaklaşık 400 metre uzunluğunda. Caddenin hemen başında yer alan Nymphaeum yani anıtsal çeşmeden geriye pek bir şey kalmamış olsa da, caddenin sonunda bulunan Kasr el-Bint Tapınağı görülmeye değer.
Adı, "Firavun Kızının Sarayı" anlamına gelen tapınağın aslında ne sarayla ne de firavunla hiçbir ilgisi yok. Tamamen Bedevilerin hayal güçlerinin ürünü olan bu isim turistlerin çok ilgisini çekiyor. Bu tapınağın mimari olarak en önemli özelliği Petra'da kayalara oyulmadan bağımsız olarak inşa edilmiş iki yapıdan biri olması. Diğer yapı ise sütunlu cadde üzerinde bulunan kutsal alana girişi sağlayan 3 kemerli kapı.
Her ne yazılırsa yazılsın, her ne söylenirse söylensin, Petra, öyle sözle, yazıyla anlatılabilecek bir şehir değil. Ortadoğu'nun geçmişine işaret eden, bu renkli geçmişi kendine özgü renkleriyle ziyaretçilerine anlatan Petra'nın ihtişamı ancak görüldüğünde anlaşılabilir.
Bakın, 19. yüzyılın İngiliz şairi J. W. Burgon nasıl anlatmaya çalışmış Petra'yı birkaç kelimeyle: "Zamanın yarısı kadar eski, gül rengi şehir..."