Popüler galerilerde görmenin pek de mümkün olmadığı eleştirel işlerle tanınan Karşı Sanat Çalışmaları, hakim sanat anlayışının ve bu anlayışla düzenlenen etkinliklerin bir takım problemleri bünyesinde bulundurduğu görüşünde. 11. İstanbul Bienali'nin, büyük sorunları bünyesinde barındıran böylesi bir ortamda "daha ‘talihsiz' bir organizasyon" olduğunu ifade eden Karşı Sanat Kurucularından Feyyaz Yaman'a hakim sanat anlayışını ve bienali sorduk.
Basın en çok Marksist bir söylemle ortaya çıkan küratörlerin, Koç sponsorluğunda ve bienal çatısı altında bu söylemi somutlaştırmasındaki çelişkiye dikkat çekti. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz? Sponsorlu sanat olur mu?
‘'Güncel Sanat'' kavramının ortaya çıkışı ile birlikte, ‘'küratörlük'' sistemi sanat ortamında sanatçı, eleştirmen, sergi komiseri gibi öznelerin üstüne çıktı. Bunun bir nedeni büyük sanat organizasyonlarının büyük sergilerin doğru, araştırmacı ve ilişkilendirici bir çalışma grubuna ihtiyaç duymasıydı. Ama çok tehlikeli bir nedeni ise küratörlerin, sanatçı ve sanat eseri üzerinde söz-yazı hegomanyasının kurulması. Globalizm ile birlikte, megopoller üzerinden yaygınlaştırılan, bienaller, sanat ve kültür organizasyonları ile tipolojik bir formatın dünya geneline yayıldığı bir politika bu. Ayni dil yapısına sahip, güncelliğe endeksli bir kültür dili ile küçük New York'lara açılındı. Bu kültür endüstrisinin "broker"lığını da küratörler üstlendi.
Sanatçıya kendi öznel algılama, hakikatte kendi dünyasından yüzleşme buradan hareketle ‘imge' sini oluşturma deneyimi için alan tanımlayan bir sistem kuruldu. Verilen ‘'mein'', üst başlık imgesel olanın üstüne çıkarıldı. Bu da sanatsal yaratıcılığı grafik, fotoğraf, bilgisayar gibi teknolojinin çekim alanına kaydırdı. Kullanılan görsellik semboller üzerinden, önceden üretilmiş hazır imgeler üzerinden kes-yapıştır ilişkisi antik Yunan'dan bu yana gelen ‘'taehne'' dediğimiz üretici deneyimselliği yok etti. Resim-heykel gibi alanların başka disiplinlere kaymasına yol açtı. Üçüncü bir etkisi de geleneksel alıcı, galerici, kolleksiyoner üzerinden çalışan sanat-para ilişkisini, sponsorluk ilişkileri, proje ve küratörlük giderleri gibi kanallar üzerinden dolayımlı hale getirdi. ‘'Satış amaçlı iş istemiyoruz'' söylemi, bienaller ve proje giderleri harcırahına dönüştü. Aynı konumdaki ‘'bağımsız'' eleştiri ise, katolog metni giderleri üzerinden alınan ücretler kervanına katıldı.
Bütün bunlar neo-liberal dünyanın otuz yıllık kültür politikaları olarak insanlığa dayatıldı. Sanat olarak konuşulan organizasyon ve sponsor ilişkileri oldu.
"11. İstanbul Bienali"nde bu durum daha talihsiz bir konuma düşmüştü. Giderek daha çoklu küratör kadroları ile organize edilip, totaliterlikten çoğulculuğa geçişi ifade etmeye çalışan yaklaşım, çalıştıkları lokallikte her zaman yukardan ve dışardan konuşan bir jesttir. İçerden ve yerel olanla bir ilişki kurmak gibi bir niyet veya yapılanma modelleri yoktur. Sponsor şirketlerle kurulan ilişki, sanatçı ile kurulmaz. Sanatçı kişiliklerle kurulan ilişkilerde giderek tavsiyeler üzerinden yürütüldüğü için ‘kulluk'' ilişkisine dönüşmektedir. Sürekli aynı kadro ve isimlerin dünyanın bu yeni pazarında dolaşımı bunun göstergesidir.
Kavramsal çerçevesini Brecht'in oluşturduğu bienal, politik olarak çerçeve ile tam örtüşüyor muydu? Bienalin rengi gerçekten kızıl mıydı sizce?
Dediğim gibi 11. İstanbul bienali "daha ‘talihsiz' bir organizasyon": Brecht ile ilgili kavramsal çerçeve sanat-politika-mimesis ilişkisi üzerinden ele alınabilirdi. Dünyanın bu kriz anında ciddi bir durum değerlendirmesine çalışılabilirdi. Ne yazık ki sponsorluk tartışmaları bunun önüne çıkarıldı.
Bundan daha önemli bir sorun olarak ise karşımıza nedensellik ve hakikat sorunu çıkıyor. Ne oldu da 30 yıldır dünyada aforoz edilen Brecht ve bağlı olarak sosyalist marksist kültür – sanat ruh çağrılır gibi masaya davet edildi? Giderek artan sosyal huzursuzluk, yoksulluk açlık ve ölüm ortamında kaçınılmaz olarak gündeme gelen antikapitalist arayışların önü kesilmek, kısacası ‘'eleştiri çalmak'' yeni politik söylem ve taktik oldu. Ne AKP'li Başbakan'ın, ne Irak ve Afganistan halklarının katili Bush'un ne de tüm dünya halklarını açlığa iten İMF ve Dünya Bankası başkanlarının lafını Mark'ın tarihsel sözlerinden ayıramıyorsak eğer, bulanık suda kimin balık avladığını bulamayız. Bütün renklerin birbirine karıştığı dünyada herşey beyazdır aslında!
Sergi alanların mekan kurgusu işlere olumlu bir biçimde yansımış mıydı, yoksa işlerin sergi mekanlarıyla aralarındaki ilişki daha özenli bir biçimde kurulabilir miydi?
Serginin kendisi komple kent merkezine göre konumlanmış. Sergi, ait olduğu yere göre hiçbir mekansal ilişki taşımıyor. Çünkü Brecht konuşurken, Marksist olduğunu iddia eden küratörler öznesiz. Sınıf konuşmakla sınıf olamıyorsunuz. Bienal bugüne kadar hep "dışarıdan gelen" olarak ‘'turist'' kaldı. Bienal mekanları da hep merkeze göre tanımlandı. Burada turizm sözünü Bourdiou'nun kullandığı anlamda kullanıyorum. Türkiye'de yıllarca Brecht çalışmış, yorumlamış tiyatrocu, yazar, çevirmen, edebiyatçı, eleştirmen aydın ve sanatçı var. Bu aidiyet üzerinden ilişki kurulsaydı mekânlaşma çok daha rahat ve gerçek olurdu.
Bienalde sizi en çok çarpan işler nelerdi?
Bienalde tüm bunlardan bağımsız güzel işleri olan sanatçılar var. Ama bana göre en önemlisi bienal dışı açılan Yüksel Arslan Sergisi. Türkiye'li sanatçılar olarak, Marksistler olarak, yeni bir estetik çabası ile tüm ergümanlarını gözden geçirecek, iç hesaplaşmasını yapacak bir durumu sorunlaştırıyor.