Küresellik iddiası taşıyan bir kent olarak İstanbul'un "amacına hizmet eden" gastronomi olanaklarına bir diğer örnek; uluslararası İtalyan mutfağı zinciri Pastarito'nun şekli/şemali ve elbette lezzetleri, Mimarın Göbeği'nin bu ayki malzemesi.
Pastarito'nun kargir kapı boşluğundan içeri adımınızı attığınızda, sizi üst kata çıkan ahşap açık bir merdiven karşılıyor. Hemen sol tarafınızda yer alan ve ayrıksı bir lounge / bar görünümü veren oda, herhangi bir işaretleme veya doğal yönlendirme bulunmadığı için sizi doğrudan içine alıyor. Kafanızı ileriye uzattığınızda ise, geldiğiniz mekanın burası olmadığını rahatlıkla anlıyorsunuz: Bir bar yerleştirmek için pek de keyifli bir planlama kararı değil! Bir diğer problem de, sizi karşılayan bir vestiyer –ki bu vestiyerin bulunmaması başka bir espri ile desteklenmiş- veya bir danışma bankosunun yokluğunda, müşteri olarak amaçsızca restaurantın ana mekanına "dalıvermeniz". Şansınız yaver giderse, tam merdivenlerin başında üst kattan koşturup size yol gösteren bir görevliye rastlıyorsunuz. Aksi takdirde yukarı çıkıp, bahçeye inmek üzere yeniden aşağıya yollanmanız söz konusu. Elbette tüm bunlar restaurant planlamadaki stratejik detay eksikliklerinin bir sonucu.
Şayet tercihinizi bizi beklemesini umduğumuz –son bir ayın Ocak'tan ziyade bir tür Nisan oluşu insana bunu söylettiriyor- soğuk günler için iç mekandan yana kullanırsanız, üst kattaki çok sayıda odadan birine veya hemen giriş holüne, şık bir ferforje panelin önünde yerleştirilmiş geniş masaya konuşlanabiliyorsunuz. Bu noktadan itibaren ilk izlenimler olumlu: Tarihi yapının kargir strüktürünü algılayabildiğiniz dış duvarlar, ahşap masa ve döşeme kaplamaları, aynı renklerdeki masalar, Toscana ve Umria bölgelerinden Akdeniz atmosferini getirebilecek malzeme seçimleri olarak karşımıza çıkıyor. Zaten Pastarito'da kullanılan aksesuarların büyük kısmının İtalya'dan getirtilmiş olması da bu izlenimi doğruluyor.
Ara hol ve sirkülasyon mekanı olarak düşünülen mekana açılan söz konusu odalar, bir yandan Akaretler Evleri'nin orijinal kurgusuna uygun düşüyor. Ancak diğer yandan bu son derece özgün ve önemli mimarlık ürününün diğer mekansal özelliklerini –örneğin yüksek tavanlı oluşunu- bir nebze olsun gölgede bırakıyor. En önemlisi, böylesi bir yapının "antika değeri"nin daha iyi yansıtılabileceğini düşündürtüyor. Yine de Pastarito'da "geleneksel İtalyan lokantaları"dan bekleyeceğimiz türden bir yemek mekanı kurgusu olduğu söylenebiliyor. Söz konusu odaların yarı açık / yarı mahrem oluşunun da bu kanıya katkısı yadsınamaz. Kadife perdeler ile birbirinden ayrılan / ayrılmayan odalar bir yandan sofalı plan tipine öykünüyor, diğer yandan hem mekansal hem de konseptüel bağlamda bir yorum niteliği taşıyor. Elbette modern gastronomi mekanı ihtiyaçlarının karşılanmasını da sağlıyor: Bu odalar sizi yüz kişi bir arada ve dip dibe yemek yemekten kurtarırken, yerleştirilen perdeler de "gelen geçen" etkisini ortadan kaldırıyor.
Pastarito'nun iç mekanlarında kullanılan aydınlatma elemanlarına değinmeden de geçmemeli... Orta avize, rustik ve modern bir seçim olarak takdirimizi topluyor. Ancak karşılıklı duvarlara ikili olarak yerleştirilmiş armatürler, o denli ince bir zevkin ürünü gibi görünmüyor. Pek tabii Pastarito'nun genel atmosferi ile desteklenebilecek bu aydınlatma elemanı seçimleri, maalesef başka bir konuda da bizi hayal kırıklığına uğratıyor. Bir gastronomi mekanı için fazlaca homojen dağılmış sarı ışık; yemek alanı, yemek masası, sirkülasyon alanı ve "ambient" olarak tariflenen atmosfer ışığının hep aynı değerde olması ile sonuçlanıyor. Son dönemde gastronomi mekanlarında yemek yeme deneyimine odaklanan noktasal bir aydınlatma anlayışı hakim iken, Pastarito'da en azından buna rastlayamıyoruz.
Mekanı inceleyen dikkatli gözlerin kaçırmayacağı bir başka detay ise, yapının pencere boşluklarını çerçeveleyen özgün yapıya ait tuğla pervazların, mekan yeniden kurgulanır ve bölücü duvarların aksları belirlenirken pek de dikkate alınmamış olmaları. Gruplar için ayrılan ve tek masalık, 10-12 kişilik "küçük odalar"da, bu pervazların alçı ile sıvanan yüzeyleri, bölücü duvarlar ile iki yandan eşit uzaklıkta değil. Aynı zamanda yer yer pervaz üzerine oturan yine beyaz yağlı boyalı bölücü duvarlar, mimari uygulama açısından gerçekten talihsiz hataya işaret ediyorlar. Karşı karşıya olduğumuz şey, muhtemelen bir röleve hatası ve onu takip eden uygulama dikkatsizliği... Ancak oldukça güzel kotarılmış detaylar da mevcut. Örneğin asma tavanın yapının kargir duvarına bitişmemesi, arada bırakılmış yaklaşık 30 cm'lik bir "fuga"nın, asma tavanı taşıyan çelik strüktürün kirişi ile oluşturduğu bitiş detayı ve bu çelik girişe pahlanarak sıfırlanan alçı kapama, uygulamada dikkat ve özenin varlığına işaret ediyor.
Belirtmeden geçemeyeceğim bir diğer olumsuz detay ise, yine pencerelere ilişkin. Ancak bu kez yapısal uygulamasına değil: Pencerelere takılmış olan pamuklu malzemeden hoş stor perdeler, maalesef yükseklik ayarlamak için kullanılan askılarının ucunda, onları imal eden mefruşat firmasının adını taşıyorlar. Böylesi yükselen bir mahallede, yüksek hizmet standardı sunma amacı taşıyan ve buna paralel fiyatlara sahip bir mekanın hiçbir detayında, kitsch, plastikten imal edilmiş, dahası tanıtım afişi görevini üstlenircesine firma amblemi ve telefonuna yer veren bir ögeye rastlamak anlaşılır değil.