SKA Kurucusu Saffet Kaya Bekiroğlu ile, yaşadığı farklı kentleri, kendine has ışığı, mevsim ve insanları ile çokkültürlü ada ve metropolleri konuştuk.
Karanın Deniz ile Buluşması © Saffet Kaya Bekiroğlu
Kentin Tozu'nda mimarlar; şehirlerini, coğrafyalarını, iklimlerini, kentlere dair hikâyelerini anlatmaya devam ediyor. Bir kenti nasıl tanımladıklarını, ona nasıl baktıklarını... Doğdukları ya da yaşadıkları kenti; etkilendikleri ya da onları dönüştüren bir kenti... Ya da...
Kasım ayı konuğumuz, SKA (Saffet Kaya Architects) Kurucusu Saffet Kaya Bekiroğlu. Kıbrıslı Saffet Kaya Bekiroğlu ile İstanbul, Los Angeles ve Londra'ya dair tecrübeleri üzerine konuştuk.
Mekânların değil çevresindeki insanların önemli olduğunu vurgulayan Saffet Kaya Bekiroğlu; sınırların kalktığı, mekân bağımsız dijital çağı, "her yerdeyim, hiçbir yerdeyim" şeklinde tarif ediyor:
© Saffet Kaya Bekiroğlu
Farklı şehirlerde yaşayınca, sizin tabirinizle “farklı şehirlerde gelişince”, ilk sorum “Nerelisiniz?” olacak.
Nerelisiniz, ilginç bir soru. Nereden geldiniz ya da nerede doğdunuz'dan farklı. Kıbrıslıyım, ama 16 yaşımdan beri farklı kıtalarda, şehirlerde yaşadım. Akdenizliyim de diyebilirim.
Kıbrıs'ta liseyi bitirdikten sonra İstanbul’da mimarlık okudum, sonra yüksek lisansımı Amerika’da tamamladım, Los Angeles’ta 10 sene yaşadım. Ardından 12 sene Londra’daydım.
Son 5 senedir; her yerdeyim, hiçbir yerdeyim. Pandemiyi Kıbrıs’ta geçirdim. Farklı yerlerde, Türkiye’de -Türkiye’yi yurtdışı saymıyorum- ve yurtdışında (Amerika, İngiltere, Rusya…) yaptığım projeler gereği devamlı hareket halindeyim, bu da insanı dinamik tutuyor.
Tüm bu kentlerin, size ve mimari pratiğinize etkileri neler?
Mimari, ölçek ve topoğrafyayı anlamak açısından çok önemli. Kıbrıs; Orta Çağ’dan kalma şehirlerden, çok dik yamaçlara yapılmış köylerden oluşan, farklı dönemlerin ve tipolojilerin bulunduğu, mimari kültürü olan bir ada. Lüzinyanlar tarafından yapımına başlanan, Venediklilerle devam eden Surlar, Gotik kiliseler, Osmanlılar’dan kalma hanlar, Antik Yunan’a ait antik kent harabeleri, İngiliz kolonisiyken getirilen sistem ile çok farklı katmanlardan oluşmuş. Bunu hem çevremizdeki mimaride hem günlük yaşamımıza yansımalarında görüyoruz.
İstanbul’daki eğitim ve birikimim, Los Angeles ve Londra, bunlar hep farklı şehir tipolojileri ve hayat tarzları. Gözlemlemek, yanı sıra bu kentleri yaşamak, görgümü ve anlayışımı çok zenginleştirdi. “Exposure” (maruziyet) çok önemli. LA’in araba kültürü, Londra’nın sokak kültürü… İstanbul başlı başına başka bir boyutta; kentin heterojen yapısı ve hiç bitmeyen enerjisi...
Farklı şehirlerde yaşayarak farklı şeyler öğreniyorsunuz, kazanıyorsunuz. Bir de Kıbrıs gibi izole bir adadan sonra, İstanbul, LA ve Londra gibi metropollerde yaşamak çok kontrast. Bu birikimler hep hafızanıza, DNA’nıza, belleğinize işliyor ve sonra üretirken bir şekilde yaptığınız işe yansıyor.
Farklı coğrafyaların üretimlerinize nasıl yansıdığını açabiliriz.
İşverenler, yerel değerler ve tasarımın yanı sıra farklı, yeni bir bakışaçısı, yeni bir perspektif istedikleri için bizi tercih ediyorlar. Mesela Kıbrıs’ta yerel olurken aynı zamanda global de olabiliyoruz. Çünkü Kıbrıs’ta uluslararası standartlarda ve sularda yüzüyoruz. İkisi arasında bir denge kurmaya çalışıyoruz. Mimaride "context" (bağlam) çok önemli. Aynı anda dünyada olup bitenden de haberdar olup, gelişim için, bağlamla birlikte hareket etmek lâzım.
Kıbrıs Uluslararası Üniversitesi Bilim ve Teknoloji Merkezi projemizi örnek olarak gösterebilirim. Kıbrıs’ta, farklı ülkelerden gelen öğrencilerin kullandığı bir merkez. Şu anda Bodrum Gümüşlük’te villalar yapıyoruz; üçü tamamlandı. Sahipleri; Güney Afrikalı, Avustralyalı ve Rus, çok ilginç hepsi de mimar. İstanbul Kağıthane’de 14 katlı bir rezidans yapıyoruz. Artık yerel ya da uluslararası olmak arasında keskin çizgiler yok. İşimin beni götürdüğü noktalar ve oralardan öğrendiklerim hayatımı zenginleştiriyor, bunları projelerimde yansıtmaya çalışıyorum.
Ada kavramı sizin için ne ifade ediyor? Deniz ile kurduğunuz ilişki nasıl?
Kentli/köylü kategorisine ek olarak, “adalıyım”ı ekleyebilirim. Adaların, liman ve deniz ticaretine dayalı farklı kültürlerin yansıması ile dışadönük bir tarafı olduğu gibi, içe kapanık bir yanı da var. Şizofrenik bir durum olabilir. Kendine özgü, belirgin, yoğun, otantik bir homojen kimlik ve karaktere sahipken, aynı anda sınırlı ve ana akımın dışında olması, hem avantaj hem de dezavantajları barındıran bir durum.
Kıbrıs küçük değil; Akdeniz’deki 3. büyük ada. Bir yandan da küçük; az bir nüfusu var, yaklaşık 1,2 milyon. Bölünmüş olduğu için daha da küçük. Hem farklı ülkelerden turistleri ağırladığı hem de tarihte bir liman şehri ve merkez olduğu için, uluslararası birikimlere sahip ve standartları yüksek. Ama aynı anda, yavaş bir hayat tarzı var. Bir metropole baktığınızda her şey çok hızlı; devamlı insanlar geliyor, değişiyor, çok rekabet var, herkesin gözü kara. Burada öyle değil. Tabii adadan adaya farklıdır; mesela İstanbul’daki Prens Adaları gibi değil… Bizde havalimanı var, konser salonu, tiyatrolar var, hükümet, meclis, politikalar var. Farklı bir ölçeğe sahip.
Aynı zamanda, burada herkesin kuvvetli bir karakteri ve kimliği var. Türkiye’de nüfus o kadar çok ki kişi kaybolabiliyor. Halbuki burada herkes birbirini biliyor ve herkesin toplumda bir yeri var. Bu insanların karakterine yansıyor; sosyal olarak kendilerine güvenleri artarak, daha dışadönük oluyorlar.
İlginçtir ki, ada olduğumuz için denizle ilişkimizin kuvvetli olacağı düşünülür ama Yunanlılar gibi denizle çok içi içe yaşayan bir kültür değiliz. Mesela Kiklad Adaları’na baktığınızda birbirleri arasında bir sinerji var, bir adadan bir adaya gitme veya figür olarak görme. Adadayken deniz kenarında, mavi sonsuzluğa, horizona uzanan yüzeyi, mavi ışıltılı bir enerjinin yanında olmak çok güzel, ama gece olunca sadece bir boşluk ve karanlık var. Halbuki Londra’daki Thames Nehri ve İstanbul’daki Boğaz’ı göz önüne alınca, suyun diğer tarafında karşı yaka oluşu; hareket, binalar, ışıklar... Hem gece hem güzel, daha canlı ve animasyonlu bir seyir veriyor. Kıbrıs’ta, denizi günlük hayatın geçişlerinin bir parçası olarak dahil etmeye, iç içe olmaya alışık değiliz. Bu nedenle deniz, sınır ve sınırlama olarak da algılanabilir.
Kıbrıs’tan ağırlıklı bahsettik ama merkeziniz neresi diye sorsam? Dünyaya oradan bakıyorum, dediğiniz bir kent var mı?
Bu değişiyor. Bu ara Iphone, Instagram’dan bakıyorum. (Gülüyor) Pandemi zamanı hep Kıbrıs’taydım ve giriş çıkış sınırlamaları, karantinalar vardı. Daha önce Londra’daydım. Bence artık nerede olduğumuz değil, etrafımızdaki insanlar önemli. Benim için birlikte olduğum insanlar bir mekân gibi, boyut gibi… Londra’daki arkadaşlarımı burada ya da İstanbul’da görebiliyorum; herkes devamlı bir hareket halinde. Bizim aile de biraz dağınık; abim Londra’da, ablam Liverpool, annem Kıbrıs’ta. Çoğu arkadaşım İstanbul’da. Şu anda yaptığım işlere de bakarsanız Kıbrıs, Londra, İstanbul ve Bodrum… Bir üçgen içerisindeyim. Ofisteki ekip, İstanbul, Konya ve Frankfurt’a dağılmış durumda. Ekranlardan birbirimize bağlanıyoruz. Yine her yerdeyiz ve hiçbir yerdeyiz gibi bir durum var. Ben bunu seviyorum sanırım.
Siz pandemi öncesi de bu şekildeydiniz ama?
Evet, bir yerde değil bir sürü yerde olabilirsiniz. Bilingual (çift dilli) derler ya, bicultural da (çift kültürlü) olabilirsiniz. Bir yerde kalınca, takılıp kalıyormuşum gibi geliyor, bir tarafta bir şeyler kaçırıyormuşum gibi… Bence hareket iyidir.
Pandemide durmak sizin için nasıl bir tecrübeydi?
Çok ilginçtir ki ben durmadım; evet seyahat etmedim ama çok üretken bir dönem yaşadım. Oturup, odaklanıp bir sürü proje yaptım. Tasarım yaparken kendime bir dünya yaratıyorum; ve bu dünyada yaşıyorum. LA’a gitmeden, sanal olarak orada yaşadım ve projeler geliştirdim. Şikayetçi değildim yani. Kıbrıs’ta, deniz kenarında yürüyüp, açık havada oturabildik, hava güneşli. Gri bir Londra’da olmak zor olurdu; o küçük, ayakkabı kutusu gibi dairelerde, sadece 1 saat dışarı çıkma izniniz var ve 1 milden fazla uzağa gidemiyordunuz.
Siz her duruma adapte oluyorsunuz.
O kadar da optimist görünmek istemem. Karanlık bir tarafım var ama içinde kalmadan, sıyırıp, geçebiliyorum. Bence her şey kafada… Bulunduğunuz durumun -iş, şehir, ilişki…- bizim seçimimiz olduğunu ve istersek bu durumu değiştirme gücümüz olduğunu biliyorum ve buna inanıyorum.
Monotonluğu sevmiyorum. Şanslıyım ki bizim mesleğimizde, bir proje yaparsınız; o biter, yenisi başlar. Hayatım boyunca Bodrum’da villa yapmak, aynı ölçek, benim için sıkıcı olurdu. Onu da yapıyorum, sonrasında Kıbrıs’ta bir Emekliler Koyu yapıyorum mesela, sonra bir şaraphane… Onların içine girip, çıkıyorsun, bu da seni farklı ölçeklere, farklı binalara sokuyor, farklı rüyalar yaşatıyor.
Ben mimarlığa “day dreaming” (gündüz düşleri) diyorum. Kafamda yaşadıklarımı, sonra gerçekleştirmeye çalışıyorum. Bunu seyahatle de birleştirince monotonluğu kırıyorum. Seyahat derken tatil değil, yaptığım projelerden bahsediyorum. Şu an Bolu’da bir proje üzerinde çalışıyorum; Bolu’ya gidiyorum, orayı görüyorum, çok farklı Karadeniz’in bitki örtüsü… Bir hafta önce Bodrum’daydım, o coğrafya daha farklı. Farklı renkleri görmek, farklı ölçekleri, insanları görmek hayatımı zenginleştiriyor. Bunu seçen benim tabii. Bodrum’a gitmek enerjimi alırken, aynı zamanda bana enerji veriyor. Karakter ve nereden haz aldığınıza bağlı.
Kıbrıs © Saffet Kaya Bekiroğlu
Kıbrıs’ın çokkültürlülüğü de size geçmiş olabilir mi?
Tüm Akdeniz ve metropollerin de tabii. Kesinlikle genetic memory’e (genetik hafıza) inanıyorum.
Bir şehri nasıl kavrayıp, tanımladığınızı merak ediyorum. Mimari özellikler, insan ilişkileri, tarihi… Nesiyle başlarsınız anlatmaya?
Ölçeği, enerjisiyle, kültürü, yaşam tarzı ile, tabii en başta, bunları belirleyen, yaşayan insanları ile ve şehrin sunduğu imkânlarla. Şehrin geçmişi, tarihi, oluşumundaki etkenleri de çok etkili.
Şehir ve insanlar o hayat tarzını birlikte belirliyor. Lefkoşalıyım, burada Venedikliler’in yaptığı surlarda, Suriçi’nde, insanların çok daha yoğun ve farklı ölçekte yaşadığı bir yaşam tarzı var. Herkes yoldan geçerken birbirine selam verir; bu enerji ve insanların komşularıyla olan ilişkileri çok önemli. Bu ilişkiler iç içe ve üst üste tasarlanıyor. İstanbul’da bir apartmanda, alt katta, üst katta kim kalıyor? Bilmiyorsunuz. Burada öyle değil. Şehir kültürel ve sosyal olarak belirliyor hayat tarzını.
Aynı anda mevsim çok önemli. Bizde bir laf vardır; “Dam altında oturulmaz.” Herkes sokakta oturmayı tercih ediyor; serindir, güneş olsa da, asmanın gölgesinde oturmayı sever. Geleni geçeni görür, konuşur ve sosyalleşir.
Işığın rengi de fark eder. Kıbrıs’taki ışığın rengi daha sarı, daha sıcaktır ve daha farklı bir algı yaratır. Los Angeles’ta da biraz Kıbrıs gibidir ışığın rengi. Halbuki İngiltere’ye gittiğinizde çok gri ve soğuktur. Modu da o belirler.
Ama siz bir tercih yapmıyorsunuz tüm bu farklılıklar arasında?
Dediğim gibi, monotonluktan sıkılan, dışadӧnük biriyim. Her şeyi olduğu ve sunduğu güzelliklerle kabul etmek lâzım. Lefkoşa’da, yürüyerek -oturduğunuz yere göre- her yere gidebilirsiniz. Mesela üç gündür arabaya binmedim. Londra da böyledir. Bakkal, market, kahve, okul mahallenizdedir. Şehir, mahalle mahalle serpiştirilmiştir.
Bu Los Angeles’ta söz konusu olamaz. Deprem bölgesi olduğu için -San Andreas fay hattının üzerinde- binalar genelde 2 katlı ve şehir geniş bir yüzeye yayılıyor. Böyle olunca devamlı bir yere arabayla gitmek zorunda kalıyorsunuz. Toplu taşıma gelişmemiş, sokak kültürü de. Sokakta birine rast gelme şansınız yok. Ayrıca, LA’de, insanların çalıştıkları ve yaşadıkları yerler farklı. Şimdi onu biraz değiştirmeye çalışıyorlar. Bir şehrin ya da bir binanın başarılı olması yaşanılırlığı ile ilgilidir, hem gündüz hem gece ve devamlı sürekliliği olmasıyla… Bina yaşandığı sürece canlıdır.
Halbuki Hong Kong’ta toprak çok sınırlı olduğu için binalar yüksek ve şehir yukarıya doğru büyüyor. İklimden dolayı, binalar hep birbirine kapalı köprülerle bağlı, bu da büyük AVM kültürünü geliştiriyor.
Yani şehri kurduğunuz alan ve coğrafi parametreler etkili. Ben sokak ve mahalle kültürünü seviyorum, ama gökdelen, “penthouse” hayat tarzını da seviyorum. Yani şehirlerin, geçmişlerinden ve belirli parametrelerden dolayı farklı oluşlarını unutmayarak, sundukları farklı imkânlarla kabul etmek lâzım.
Ölçek ve ışık çok önemli, insanların kültürü önemli. Kıbrıs farklı kültürlerin bir araya gelmesiyle çok daha zengin, renkli ve toleranslı. İstanbul’da bence böyleydi. İstanbul ve Londra’da sosyal bir şehir kültürü var, insanlar dışadönük. Bu belirleyici bir etken.
Londra’da, tarihi binaların korunması önemli. Eski binalar yenilerden daha değerli, orijinal ve karakter binası olarak değerlendiriliyor. Sosyal açıdan insanları bir araya getiren kentte, kamu alanları çok önemli. Tabii ki kentsel dokunun sürekliliği açısından binalar birbiriyle alakalı, bağlam çok önemli. Londra’da sokak kültürü var; kentsel doku, yayanın ve bisikletlilerin hareketi, dağılımı çok akıllıca yapılmış. Bir de parklar çok iyi serpiştirilmiş. Evlerin bahçeleri küçük ama herkesin, parkta oynayacağı, kitabını okuyacağı, piknik yapacağı alanlar var.
İstanbul’a dönersek; yaklaşık 20 milyon nüfusu ile; kent mi, ülke mi belli olmayan bir şehir. Burada benim için ilginç olan şey, çok heterojen bir dokusunun olması. Adalar’a gidiyorsunuz, Saint-Tropez’de gibisiniz. Ya da Teşvikiye’ye, kendinizi Barselona La Rambla’da hissediyorsunuz. Aksaray, Fatih daha farklı. Bence İstanbul’un zenginliği de o. Farklı insanların, farklı dokular içinde bir araya gelmesi ve yaşaması…
Şehirlerin toleranslı olması çok önemli, çünkü farklı kültürler bir arada yaşıyor. Bu özellikler, şehirlerde tolere edilip, zenginlik olarak görülmeli. Ben metropolleri seviyorum, metropollerde çok rekabet var ve en iyiler orada kalabiliyorlar, aynı anda da standartları yükseltiyorlar. Ama bazen de yorucu ve tüketici olabiliyor. Bir de önemli olan, gittiğiniz yerin hayat tarzını kabul etmeniz. Her şehrin kültür ve sosyal anlayışına adapte olmak lâzım.
Kıbrıs, Mesarya © Saffet Kaya Bekiroğlu
Kıbrıs’ın sizin için simgesi nedir?
İlk olarak aklıma, görsel manzara olarak; Mesarya Ovası, denizi, Beş Parmak Sıradağları geliyor. Altın rengi Mesarya Ovası ve üstündeki tatlı mavi gökyüzü, ve bazen bunları süsleyen pamuğumsu bulutlar, sarımtırak gün ışığı…
Genelde, mimari de sembol olmuştur. Paris deyince aklımıza Eyfel Kulesi gelir. Londra deyince Tower Bridge, St. Paul Katedrali veya Westminster. İstanbul; Ayasofya, Sultanahmet veya köprülerdir. Mimari, toplumların kültürel ve sosyal birikimidir. Girne deyince, limanı ve kalesi gelir. Lefkoşa deyince, kenti çevreleyen surlar, etrafındaki hendekler, dar sokaklarının belirlediği insan ölçeği mekânları, kamu alanları, dokusu, tarzı…
Los Angeles deyince aklıma otobanlar, -Venice Beach’ten Down Town’a 1 saat sürüyordum- araba kültürü geliyor. Santa Monica; Venice Beach’teki plaj kültürü geliyor.
Los Angeles otobanları, @ nearmap
Kentlerle ilgili, paylaşmak istediğiniz bir yenilik var mı?
TürkSMD Mimarlık Ödülleri töreni için Ankara’daydım ve yeni AKM CSO Konser Salonu Binası'nı ziyaret ettim, ana orkestra salonu çok etkileyiciydi. Ankara’ya büyük bir değer kattığını düşünüyorum. Akustik çok iyiydi. Prova esnasında oradaydık, müziğin yarattığı enerjiyi yaşamak çok güzeldi.
Bir kenti anlatan beğendiniz bir film ya da kitap sorsam?
Paolo Sorrentino’nun, La Grande Bellezza filmini görmenizi tavsiye ederim, Roma’ya bir aşk mektubu gibi… Filmde Roma ile ilgili çok ilginç konuşmalar var ve şehri çok güzel kamera ile çekmişler, çerçevelemişler.
Sizi etkileyen, görmemizi tavsiye edeceğiniz bir yapı hangisi olur?
Avrupa’daki en önemli bina bence Córdoba İspanya’da Mezquita dedikleri, Cordoba Cami. Çok özel, en beğendiğim binalardan biri. İlk olarak, cami kültürünün Araplar’da Türkler’den ne kadar farklı olduğunu gösteriyor. Türkler, merkezi planlı Ortodoks Kilisesi’nin tipolojisini adapte edip devam ederken Araplar, daha çok sonsuzluğa uzanan bir “grid” ve hiyerarşisi olmayan bir bina tipolojisi yaratmışlar bu camide. Cami battaniye gibi, nüfus arttıkça “grid”e yama yama eklemeler yapılarak büyümüş. Hoşuma giden şey; içerideki sonsuza uzanan kolon “grid”i. Biraz, his olarak Yerebatan Sarnıcı’ndaki kolonlara benziyor; nerede başlayıp, bittiğini bilmiyorsunuz. İlk olarak “grid” şeklinde konumlandırılmış portakal/turunҫ ağaçlarının, iç avludaki güzel kokuları ve yarattığı gölgeleri ile karşılanıyorsunuz, sonra o “grid”, içeri girdiğinizde hurma ağaçlarına benzeyen kolon olarak devam ediyor. Çok eğitici bir binaydı. Hristiyanlar Endülüs’ü ele geçirdikten sonra caminin tam ortasına bir kilise oturtuyorlar. Kültürel olarak farklılıkları görüyorsunuz; hiyerarşik bir yapı, ışık yukarıdan geliyor. İki kültür arasındaki farkın binaya nasıl yansıdığını görmek çok ilginç.
© Toni Castillo Quero
© wsifrancis
San Sebastián’a gitmiştim, İspanya Bask Bölgesi’ne. Bir koy var, en solunda da Eduardo Chilida’nın bir eseri, enstalasyon gibi. İlk bakışta, görünüşte bir şey yok gibi, halbuki üstünde yürüdüğünüz kaya iskelede algılanmayan, gizli delikler açılmış ve deniz; dalganın vurmasıyla, her defasında farklı dalga şiddetine göre, bu deliklerden farklı su püskürterek, farklı şekiller oluşturuyor. Tabiat dışında insan yapımı hiçbir şey kullanmadan, eklemeden, sadece kayayı belirli bir şekilde delerek, denizin enerjisi, dalganın boyutu, yüksekliği ve vuruş hızıyla, ne zaman gidersen git farklı olan, zamansız bir enstalasyon, tasarım, sanat yaratıyor. İlkel bir şekilde, teknoloji kullanılmadan yapılmış ama düşünce olarak çok zengin. Beni çok etkilemiştir.
© www.jlarrea.com
Son sorum, mimari pratiğiniz ve kentler üzerine olacak. Tasarımlarınızda; şeffaflık (... dantel gibi delikli kentler, cibinlikler kadar saydam kentler), hafiflik (uçurtmalar kadar hafif kentler, nervür kentler, telkâri kentler giriyor rüyalarıma*) ve akışkanlık, hareket ile birlikte öne çıkardığınız unsurlar. Bunları kentlere bakış açınıza yansıtabilir miyiz?
Kent ile mimari birbirine çok yakın, sadece bir ölçek farkı var. Binada şeffaflık çok önemli, yine bulunduğunuz coğrafyaya bağlı olarak. Mesela Kıbrıs ya da LA’de, özellikle güneyden gelen güneşten korunmanız gerekir. Bu nedenle, akıllı olup belki güneye bakan tarafları daha sağır yapabilirsiniz ve kuzeye doğru açıklıklarınızdan doğal ışık getirebilirsiniz. Doğal ışığı getirmek enerji tasarrufu açısından da artı sağlar. Hatta daha da akıllı olup güneye bakan tarafa solar panel koyup enerji üretebilir, dezavantajı avantaja çevirebilirsiniz.
Hafiflik çok önemli. Yerçekimi dediğimiz bir şey var ve bu şeffaflıkla el ele gider. Eski yapılara baktığınızda cam üretimi, kullanımı gelişmemişti, strüktür o kadar gelişmemişti, yığma yapılarda özellikle büyük açıklıklar geçemiyorduk. Önce beton sonra çelik kullanımı ile; açıklıklar, mekânlar ve camlar büyüdü. İnsanlar için, görmek ve görünmek, görsel komünikasyon önem kazandı. Bir insanın ofiste çalışırken, kapalı duvarlar arasında, cezalı, biraz dışlanmış gibi hissedeceğine, çok daha şeffaf bir mimaride, dışarıdan kopmayarak, hava, manzara ve ışıkla, görsel temasla daha mutlu verimli çalışacağına inanıyorum. Geleni geçeni görmek, onların da aynı şekilde sizi görmesi; bu görsel bağlantı önemli. Bazı yerlerde mahremiyet öne çıkabilir. Burada da hem hafif hem de mahremiyete önem veren tasarımlar yapabilirsiniz. Şeffaflık ışık ve geçirgenlikle alakalı ama mahrem olacağız diye karanlıklarda kalmaya gerek yok. “Mesh” ve “screen”ler koyarak ışığı alıp aynı anda görsel komünikasyonu biraz daha azaltıp hatta koparabiliriz. Tabii, şeffaflık ve aydınlatmada sadece ışığın değil sosyal aydınlatmanın da önemini unutmamalı.
* Italio Calvino, Görünmez Kentler, YKY, Ağustos 2021