"Galiba Mimarın 'Mimar' gibi Gezmemesi Gerekiyor"
yapi.com.tr/Mesut Tufan
/ 21 Temmuz 2010
MesutT: Bir mimar nasıl geziyor?
Bir kere galiba mimarın mimar gibi gezmemesi gerekiyor. Mimar gibi gezmemekten kastım şu: Sadece yapı ölçeğinde, sadece onun iç kurgusu ya da estetiği ölçütleriyle gezmemek. Onun için sürekli modernleşme, kent kavramlarını vurguluyorum. Bir gündelik hayat ölçeği ve yerle bağlantı kurmak lazım. Yedi günlük bir gezide bu ne kadar mümkün olabilir bilmiyorum. Ama gezi boyunca hep vurguladığım; bir yapıya sadace mimarlığın ya da mesleki formasyonun sunduğu kısıtlılık içinde bakmamaya çalışmak. Sonuçta modernleşme ya da küreselleşme dediğimiz kavramlar sadece mimarlığı ilgilendirmiyor. Bunlar, sosyal bilimlerden siyasete ve ekonomiye, pek çok alanda ortaya çıkan olgular. Tam da bu yüzden amacımız en dar anlamıyla mimar gibi gezmemek. Bir binanın, tüm kenti gezerken orada olduğunu kavratmak; tam da gündelik hayat ölçeğini yakalayabilmek; en azından bunun ipuçlarını vermek, hissettirmek.
Foto: MVRDV ofis ziyareti
MesutT: Mekanar gezginleri bundan sonra hangi şehirleri görecek?
Seneye Paris var. Paris, bilinçli bir tercih. Anlamanın doğası, karşıtlıkları ya da benzerlikleri görmeyi gerektiriyor. Bu anlamda Paris ve Londra, iyi bir ikili. Türk modernleşmesini anlatılırken hep İstanbul ve Ankara karşılaştırması yapılır; tam da bu karşılaştırmanın bir benzeri başka bir ölçekte Londra ve Paris için düşünülebilir. Elbette Paris tek başına kendi içinde okunabilir; ama Paris'i seçmemizin bir nedeni de bu karşılaştırmayı yapabilmek. Londra'nın erken modernleşme hikayesi, ilk olduğu için birçok özgünlüğü ve kendine has durumlarını taşıyor. Haussmann'ın Paris'te 19. yüzyılda yapmış olduğu büyük müdahaleler, örneğin bulvarlar Londra'da yok. ‘Güneşin batmadığı imparatorluk' olarak nitelenen, bütün dünyanın ilk metropolü olarak, çok ilginç bir şekilde bütün o metropollerde görmeye alışık olduğumuz büyük bulvarlar, bulvarların bağlandığı büyük meydanlar, meydanların ortasında bir takım anıtsal yapılar görülmez. Tam da Londra'yı gördükten sonra, bu durumun ilk gerçekleştiği kenti görecek olmak bana çok ilginç geliyor.
Amsterdam, Londra, Paris'ten bahsettik, sonrası için bunlara Barselona, Berlin'i de katabiliriz; bunlar, modernleşme dediğimiz kavramın 18., 19. yüzyıllarda ilk çıktığı yerler. Aslında hep Avrupa'dan bahsediyoruz; bu kentlere birinci kuşak modernleşme kentleri diyebiliriz. Mekanar gezileri olarak bu ölçekte kalmamayı istiyoruz. Bütün bu olgularla nasıl uğraşacağımızı, anlayacağımızı kavrayıp, sonrasında da başka modernitelere kaymak gerekiyor. Uzakdoğu'da ya da Güney Amerika'da bambaşka şeyler oluyor. Avrupa'nın hiç karşılaşmadığı, orada hiç ortaya çıkmamış modernite olguları var. Bunları da yerinde kavramak lazım. Tokyo, Mumbai, Pekin, Amerika… Örneğin Los Angales denilen kent hiçbir şeye benzemiyor; eğer karşılaştırma yapılamayacak bir kent varsa, benim için bu Los Angeles'tir. Avrupa'yla başlamak doğru, çünkü modernleşmenin doğduğu, başladığı yer; ama bu kavrayışı başka coğrafyalara, başka bilgi düzeylerine sıçratmak lazım. Bunun da olacağına inanıyorum.
İlişkili Haberler
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Bu İçeriğe Yorum Yazın