İnsanlar metaforik ilişkiler kurmayı, bir şeyleri benzetmeyi sever. Yapılan kimi benzetmelerin, kurulan kimi metaforların ise terimleri, hayvanlar ve mimarlıktır; yani kentlerin, binaların, mekânların ya da yapı birimlerinin birtakım hayvanlara benzetilmesi söz konusudur.
İkincil anlamlar
İnsanlar ses dışındaki şeylere nasıl anlam verirler? Nesne dizgelerinin gösterilenleri nelerdir, nesnelerle aktarılan bilgiler nelerdir? Nesne görülmeyi bekleyen şeydir, düşünen özneye göre düşünülen şeydir, nesne, herhangi bir şeydir. Nesne sözcüğünün yan anlamlarının neler olduğunu anlamaya çalışmadıkça, bize hiçbir şey vermeyen bir tanımdır bu. Öte yandan, yan anlam (ikincil anlam), düz anlamlı bildiriyi nasıl ‘kaplarsa kaplasın', onu tüketmez: Her zaman "düz anlam"dan geriye bir şeyler kalır. Kendisi de bir dizge olan yan anlam, gösterenler, gösterilenler ve bunları birbirine bağlayan bir oluş (anlamlama) kapsar.
Nesnelerin gösterilenleri, bildirinin vericisine değil de büyük ölçüde alıcıya yani nesnenin okuruna bağımlıdır. Gerçekten de nesne çok anlamlıdır, yani kendini birçok anlam okumasına kolayca sunar: Her insanda, sahip olduğu bilgilere, kültür düzeylerine göre sanki birçok okuma yedeği vardır. Hatta, bir nesne ya da nesne toplulukları karşısında gerçek anlamda kişisel bir okuma yapabileceğimiz, nesnenin görünümüne kendi öz psike'miz olarak adlandırabileceğimiz şeyi yükleyebileceğimiz düşünülebilir: Bir nesnenin bizde, psikanalitik düzeyde okumalar doğurabileceğini biliyoruz.. Buna bağlı olarak, iç dünyamız ile görsel ve duyusal algımız arasında bu kadar kolay ilişki kurabildiğimiz için dilimiz metaforlarla dolup taşıyor.
Yetenekli heykeltıraşların en büyük becerileri, zekâ ya da iyilik, gençlik ya da dinginlik gibi kavramlarla ilgili büyük düşüncelerin, sözlerle ya da bir insana, bir hayvana tıpatıp benzeyen yapıtlarla olduğu kadar, bir tahta parçası ile bir miktar telin harmanlanmasıyla, alçı ile metalin bir arada kullanılmasıyla da aktarılabileceğini bize öğretmek olmuştur. Büyük soyut heykeller kendilerine özgü dilleriyle bize insan yaşamının en önemli temalarını aktarmayı başarmıştır.
Dolayısıyla, bu heykeller sayesinde içinde yaşadığımız binalar ve her gün kullandığımız eşyalar da dahil olmak üzere bütün nesnelerin bir iletişim gücü olduğunu kavrayabilir, olağanüstü bir hassasiyetle bu güce odaklanma fırsatını yakalayabiliriz. Bir masaya, bir sütuna ya da bütün bir binaya bakıp bunları, kendi hayatımızda büyük önem taşıyan değerlerin soyut biçimde dile getirilmiş halleri olarak değerlendirebiliriz.
Buradan iki düşünceye varabiliriz. Birincisi, herhangi bir nesneyi insana ya da hayvana benzetmemiz hiç de zor değil. Bir taş parçasının bacakları, gözleri, kulakları yoktur, hatta bu taş parçası yaşayan herhangi bir varlığın sahip olduğu özelliklerden hiçbirine sahip değildir ama taşın üzerindeki bir kıvrım bile bize bir annenin kalçalarını ya da bir bebeğin tombul yanağını çağrıştırıverir ve biz, o taşı bir hikâyenin kahramanı olarak görmeye başlarız. Bu yansıtma eğilimi sayesinde, anne şefkatini konu alan çok daha gerçeğe yakın bir resim karşısındaymışçasına duygulanırız Barbara Hepworth'un heykeline bakınca. Çünkü içimizdeki göz, temsili bir resmin ifade kapasitesi ile mermerden yapılmış bir heykelinki arasında hiçbir fark görmez.
İkincisi, bir soyut heykelden, biraz daha geniş düşünürsek, bir masadan ya da bir sütundan hoşlanmak ile temsili bir resimden hoşlanmak arasında aslında sanıldığı kadar büyük fark yoktur. İnsanın ve hayvanın en belirgin, en çekici özelliklerini çağrıştırmayı başardığı sürece, temsili yapıtları da, soyut yapıtları da güzel bulabiliriz.
Binalar bize neden bir şeyleri çağrıştırır?
İnsanlar birtakım şeyler arasında metaforik ilişkiler kurmayı, bir şeyleri bir şeylere benzetmeyi severler ve bu yöntemi çeşitli alanlarda oldukça sık kullanırlar. Yapılan kimi benzetmelerin, kurulan kimi metaforların ise terimleri, hayvanlar ve mimarlıktır; yani kentlerin, binaların, mekânların ya da daha başka birtakım mimari öğelerin, yapı birimlerinin birtakım hayvanlara benzetilmesi söz konusudur.
Madem binaların ve nesnelerin işlevlerini gerektiği gibi yerine getirmeleri kadar bize anlattıkları da onlara duyduğumuz hayranlığın derecesini belirliyor; o zaman da şu soruyu biraz daha ayrıntılı ele almak gerekiyor: Nasıl oluyor da taş, çelik, beton, ahşap ve cam belli bir forma bürünüp birtakım duygu, düşünce ve kavramları bize yansıtabilecek, hatta bizde zaman zaman çok önemli ve dokunaklı şeyler anlattıkları izlenimini yaratabilecek hale geliyor? Nasıl işliyor bu acayip süreç?
Çevremize bu gözle bakmaya başlayınca, mobilyalarımızı ya da evlerimizi, canlı varlıklara benzetmekte zorlanmayacağımızı anlarız. Sürahimize bakınca bir penguen, çaydanlığımıza bakınca tıknaz, kendini önemseyen bir adam, çalışma masamıza bakınca zarif bir geyik, yemek masamıza bakınca da bir öküz aklımıza gelebilir.