Paris: Bir Ağustos Düşü -2-

Burçe GÜRSEL / 10 Aralık 2012
Yine yeniden Paris… Yine yeniden güneş doğuyor… Günler Paris’te yıldırım hızıyla geçiyor. Bugün sabah erkenden kardeşimle Madeleine Kilisesi’nde buluşuyoruz. Artık metroyu o kadar iyi biliyorum ki, her çıkışı elimle koymuş gibi buluyorum.

Hayatımda olmadığın zamanlara ait
Anılarıma karışıyorsun.
Zaman…
Geçmiş, şimdi ve gelecek arasında katlanarak
Eğilip bükülen bir canlı varlığa dönüşüyor…
Orada yol yok,
Burada yol sana çıkıyor.
Yabancı kentin ayak sesleri,
Ve kayboluşun gizemli zevki…
İnsan içine çekiyor,
Kentin nefesini…
Hem kaygısız, hem temkinli…
Geçmiş anılarıma bulaşıyorsun,
Zamanın altın renkli tozu gibi…

05.12.2012, İstanbul
 

Yine yeniden Paris… Yine yeniden güneş doğuyor… Günler Paris'te yıldırım hızıyla geçiyor. Bugün sabah erkenden kardeşimle Madeleine Kilisesi'nde buluşuyoruz. Artık metroyu o kadar iyi biliyorum ki, her çıkışı elimle koymuş gibi buluyorum. 1764 yılında Yunan tapınağı biçiminde inşa edilen, Korint düzeninde 52 güzel sütunla sarılmış olan kilisenin karşısında, o çok hoşlandığım Fransız brasserie'lerinden birinde, sabah kahvesi ve mis gibi çikolatalı croissant'dan oluşan kahvaltımızı yapıyoruz.



Bir süre için biz de Fransızlar gibi yaşıyoruz, halkın içine karışıp, kenti ve o kentin insanlarının kültürünü yaşamak çok keyifli. Bu nedenle de yurtdışına hiçbir zaman bir tur şirketi aracılığıyla gitmedim, hep haritayı açıp şehrin içinde kaybolarak, kendime göre bir gezi programı yapmayı tercih ettim. Şehrin bilinmeyen sokaklarını adımlamak, bir yabancının görüp bilmesinin zor olduğu mekanları keşfetmek, benim için farklı bir şehri anlamanın tek yolu. Yağmur altında aceleyle gidip gelen insanları izlerken bunları düşünüyorum. Masada haritamız, bir sonraki destinasyonumuzun neresi olacağına karar vermeye çalışıyoruz. Bu depresif havada görülebilecek en iyi yer kuşkusuz Père Lachaise olurdu. ‘Atmosfer ve ortamın dayanılmaz uyumu' diyoruz…

Bizi mezarlığın beş kapısından birine ulaştıracak olan geniş caddeden yürüyoruz. Etrafımız, sağlı sollu Paris'in o meşhur çiçekçi dükkanlarıyla çevrili. Hepsinin önünde, çoğunu hayatımda ilk kez gördüğüm sonsuz güzellikte çiçekler bulunan tezgahlar var. Bu tadına doyulmaz renk ve koku cümbüşü arasından geçerek mezarlığın kapısından içeri giriyoruz. Burası, hem büyüklük hem de çevrede tanık olduğunuz, sizi saran atmosfer bakımından alışılmış bir mezarlığın çok ötesinde.

The Doors grubunun solisti Jim Morrison'ın mezarını görmek üzere dünyanın dört tarafından gelen rock müzik hayranları nedeniyle, Père Lachaise dünyanın en çok ziyaret edilen mezarlıklarından biri. Fakat sanki bir mezarlık değil de bir çeşit tapınak; ölümü hatırlatmaktan çok, burada yatan isimlerle özdeşleşmiş, içerisinde dolaşmaktan keyif aldığınız bir nev-i kutsal bahçe gibi.

Aralarında Chopin, Oscar Wilde, Balzac, Edith Piaf, Colette, Molière ve Delacroix'nın da bulunduğu, 70 bin değişik mozolenin arasında dolaşırken, insanın etkilenmemesi mümkün değil. Sadece hüzün değil burada hissedilen duygu; saygı, hayranlık, öte dünyaya ait korkuyla karışık bilinmezlik hissi ve elbette huzur eşlik ediyor bize...

Mezarlık alanı o kadar büyük ki, aradığımız yeri bulabilmek için elimizdeki haritadan yardım almamız gerekiyor. Ben Chopin'in mezarını bulmaya çalışıyorum, kardeşim Jim Morrison'da ısrar ediyor. Ne de olsa o sıkı bir rock müzik dinleyicisi, bense o anda hissettiğim hüzünle karışık ‘hayatın anlamını arama hali' içinde yumuşak bir piyano ezgisini hayal ediyorum. Zihnimde 'The Piano' filminin, Michael Nyman tarafından bestelenen müzikleri yankılanıyor o anda. Koyu gri bir deniz fonu önünde, kumsalda piyano çalan ufacık kadının silueti beliriyor gözümün önünde. ‘To the edge of the earth' şarkısı eşliğinde esen rüzgar, kadına sevdiği adamdan bir mesaj getiriyor, bir koku, bir fısıltı… O sırada mezarlıktaki asırlık ağaçların yaprakları titriyor benim hayalimle birlikte. Şaşırıyorum… Yine o, ‘dünyanın hangi köşesinde olduğunun farkına varamama' duygusu sarıyor ruhumu, o ‘hiçbir yere ait olamama' durumu…

Kardeşimin seslenmesiyle kendime geliyorum, evet, Paris'teyim, Père Lachaise mezarlığında, Jim Morrison'ın ebedi dinlenme mekanının hemen yanında. Kardeşim fotoğraf çekerken, mozoleye kendisinden birer anı bırakan insanları izliyorum. Morrison, sahnedeyken bile insanlarla iletişim kurmayı sevmezdi, şimdi onu rahatsız eden bu kalabalığa kızıyor mudur acaba diye düşünüyorum. ‘People are strange, when you're stranger, faces look ugly when you're alone…', diye mırıldanıyorum, en sevdiğim Doors şarkısını. Ruhuna güzel dualarımı gönderiyorum bu kırılgan adamın…



Morrison'ın mezarının mütevaziliğinin karşısında, Chopin'inki çok daha gösterişli. Gökyüzünün ve etrafındaki eski taşların griliğiyle kontrast yaratan mermerin beyazlığı göz kamaştırıyor. Başını kederle öne doğru eğmiş, belki de Chopin'in ölümüne ağlayan mermer kadın heykelinden gözlerimi alamıyorum. Mezar, sanatçının hayranları tarafından getirilen rengarenk çiçeklerle bezenmiş. Notalar geri geliyor zihnime, danslarına başlıyorlar yeniden. ‘Marche Funèbre' çınlıyor kulaklarımda bu kez. Bu muhteşem parçanın, sanki kendisi için bir ağıt, kendi ölümü şerefine bestelediği bir marş olduğunu düşünüyorum. Ürperiyorum. Her sanatçı, hayatının bir anında, kendi ölümünü anlatmaz mı, kendine özgü ifadesiyle? Hatırlanmak için, iz bırakmak, ölümsüz olmak için bir anlamda…

Bu duygularla ayrıldığımız mezarlıktan çıkıp yürümeye başladığımızda saatin oldukça ilerlemiş olduğunu fark ediyoruz. Paris'in eşsiz tatlarının keyfine varma vakti gelmiş. Canımız şöyle en nefisinden kaliteli bir Fransız şarabı çekiyor. Tabi ki bunun için doğru adres; yine Champs-Elysées… Hayatımda tattığım en güzel şaraplardan biri eşliğinde leziz bir akşam yemeği sonrası, Concorde Meydanı'na doğru yürüyüş yapıyoruz. Bu tarihi sekizgen meydan, 1755-75 yılları arasında, mimar Jacques-Ange Gabriel tarafından, XV. Louis heykeli için mekan olarak tasarlanmış. Ancak, 1792 yılında Place de la Révolution'a dönüştürülünce, merkezdeki anıtın yerini giyotin almış. XVI. Louis ve Marie-Antoinette'in burada idam edildiğini biliyoruz. Şu anda merkezde bulunan, hiyerogliflerle kaplı, 23 m yüksekliğindeki dikilitaş ise, Mısır'ın hediyesi olarak 3300 yıllık Luksor tapınağından getirilmiş. Bu anıta ayrıca iki çeşme ve Fransız kentlerini temsil eden sekiz heykel eşlik ediyor.

           

Hızımızı alamayıp, Jardin des Tuileries'ye doğru yürümeye devam ediyoruz. İnsan Paris'te yürümeye başladı mı, kendini durduramıyor. Hep bir sonraki durakta nasıl sürprizlerin kendisini beklediğini merak ediyor. Meraklıysanız ve sürprizleri de seviyorsanız, Paris sizin için büyüleyici bir şehir haline geliyor. Tuileries bahçeleri de bunlardan biri. İlk başta 1564 yılında, Catherine de Médicis için yapılan, ama Paris Komünü sırasında yakılan eski Tuileries Sarayı'nın bir parçası olarak düzenlenen bahçe, André Le Nôtre tarafından 1664 yılında Fransız Bahçeleri olarak yenilenmiş. Sevimli havuzları ve yürüyüş yollarını süsleyen erotik heykelleriyle cennetten bir köşe gibi. Burada bir bankta oturup, saatlerce kitap okuyabilir, içkinizi içebilir ve keyifle sohbet edebilirsiniz. İnsanlarla beraber olduğunuz, ama asla rahatsız edilmediğiniz, son derece huzurlu bir mekandır. Bizim ülkemizin belki de asla sahip olmadığı, sahip olamayacağı bir güzellik barındırır içinde; insanca yaşamanın mutluluğudur bu…

>>>>>


Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :