Y. Mimar Zuhal Nakay "Yoksa Marx Haklı mıydı?" başlıklı görüş yazısında; iklim değişikliği ile birlikte çevre korumaya yönelik en önemli katkıların mimarlar ve ilgili meslek gruplarından beklenmekte olduğuna dikkat çekiyor.
Görsel: Tribuna Popular
Öncelikle başlıktaki soruyu benim değil, Alman Der Spiegel dergisinin sorduğunu belirtmeliyim. Ardından da bu yorumu yapmış: Klasik kapitalizm çöktü. Dünya sonu gelmeyen ekonomik krizler ve iklim değişikliğinin sonuçlarıyla boğuşurken ufukta somut reform önerileri de şekillenmeye başladı: daha az büyüme, daha çok devlet müdahalesi.
Mimarlık ve yapı sektörüne yönelik bir yayındaki bu konu başlığını yadırgayabilirsiniz. Oysa dünyadaki en ünlü mimarlar ve eserlerini soracak olsam, çoğunlukla gelişmiş bir ekonomik düzene sahip ülkelerden örnekler aklınıza gelecektir. Aynı şekilde iklim değişikliği ile birlikte çevre korumaya yönelik en önemli katkılar yine biz mimarlar ve ilgili meslek gruplarından beklenmekte ve gelmektedir. Bundan önceki yazımda ele aldığım ve kuraklık ile seller açısından önlem olarak düşünülen sünger şehirlerin inşası da, bir ekonomide bu gibi projelere ne kadar pay ayrıldığı ile yakından ilgilidir.
Bunun için doğru yolun nasıl olabileceğine dair aşağıdaki makalede birçok ipucu bulabilirsiniz. Ayrıca karbon ayak izinin yanı sıra ekolojik ayak izi, Gini endeksi ve kıyaslamalı veriler gibi farklı kavramlar da tanıtılmaktadır. Konuyu herkesin anlayacağı dilde ve somut örnekler üzerinden ele alan bu detaylı olduğu kadar kapsamlı çalışmayı olabildiğince özetlemeye çalıştım. Amacım, beklenenden daha hızlı ve olumsuz şekilde gelişen iklim değişikliğinin gölgesinde, gençlerimizin geleceğine yönelik ufak da olsa bir fikir katkısı sunmaktır.
Dergi, yazının başlagıcında Amerikalı milyarder yatırımcı ve hedge fonu yöneticisi Ray Dalio’nun “kapitalizm bu şekliyle artık insanların çoğu için çalışmıyor” sözlerine yer verirken, sabahları iki bin metrekarelik villasında “Wall Street Journal” yerine Karl Marx’ın “Das Kapital”ini okuyor zannedebilirsiniz diye yazmış. Kendisi dünyanın en büyük hedge fonu ile tahminen 22 milyar dolarlık servetin sahibi ve aynı zamanda da yatırım bankacılığının kutsalı haline gelmiş olan “İlkeler” kitabının yazarı.
Tam da bu kişi kapitalizmle ilgili olarak bu gibi sözleri dile getirmektedir: “Yapılan iyi işler aşırıya kaçtığında, kendi kendilerine yok etme tehdidiyle karşı karşıyadır. Kendilerini geliştirmek veya yok olmak zorundadırlar.” Ayrıca zenginlik ve refah tek yönlü dağıtıldığından, fakir olarak doğanın fakir kaldığını, fırsat eşitliğinin zerresinin söz konusu olmadığını ve bu nedenle de kapitalizmin ivedilik ve temelden bir reformdan geçirilmesi gerektiğini belirtmektedir. Bunlar yapılmazsa, yok olmayı hak ettiğini de.
Bilinen süper kapitalistlerin birden bire Karl Marx’ın taraftarları gibi konuşmaya başlaması, dünyanın geldiği noktayı çok çarpıcı bir şekilde göstermektedir. Kapitalizm eleştirileri yeni olmamakla birlikte, pandeminin dördüncü ve Ukrayna savaşının da ikinci yılının başlagıcında iyicene ivme kazandı. Artık birçok şey eskisi gibi çalışmıyor, globalizm ve ondan kazançlı çıkan ülkelerin refah modeli yerle bir olurken, tüm dünya düşman kamplara bölünüyor ve enflasyon zengin ile fakirin arasındaki makası daha da açıyor. Siyaset ise sistemde art arda oluşan çatlakları yamamaya yetişemiyor.
Tüm dünyada artan yeni ekonomi düzeni çağrıları artık çoğu zaman en umulmadık yerlerden yükseliyor: Finans pazarlarının uluslararası sözcüsü konumundaki “Financial Times” neolibelarizmin dünya sahnelerinden inmesinin ve devletin müdahale etmesinin zamanı geldiğini belirtirken, dünya çapındaki şirketler toplumsal çıkarların hissedar çıkarlarından daha önemli olduğunu tartışmaya açıyor. En çok sorulan soru da, sürekli olarak daha fazla tüketim, kazanç ve büyüme isteyen ve beraberinde daha çok haksızlık getiren “iklim katili” kapitalizm ile daha ne kadar devam edilebileceğidir.
Bu soruları Roma Kulübü daha 1972’de dile getirmişti, ancak bunlar uzun süre daha çok teorik veya ideolojik temelde tartışılmıştı; günümüzde ise kapitalizmin en iyi zamanlarını gerçekten de geride bıraktığı ve değişimin zamanı geldiği ortada. Ancak en önemli soru bunun nasıl bir değişim olacağıyla ilgili, çünkü bazıları bilinen hayal kırıklıkları yerine düzenin -iyi veya kötü- olduğu gibi devam etmesinden yana. Oysa tam da şimdi daha yumuşak, adaletli ve sürdürülebilir bir kapitalizmi oluşturmak için gerçek bir şans doğdu deniliyor.
Endüstriyel kapitalizm geçmişte devam eden bir refah ve büyüme sağladığından, işletme, çalışma ve paylaşma modeline dair yeni yaklaşımları benimsetmek mümkün değildi. Tarihin de gösterdiği üzere, bir sistem yeterince kazanan ürettiği sürece, en su götürmez suistimallerin bile önüne geçmek mümkün olmuyor. Ancak günümüzde aksaklıklar o kadar ortada ki, ne olduğunu anlamak için Marx veya Thomas Piketty (“Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital”) gibi teorisyenlere gerek yok. Globalizm kontrolden çıktı, bu yolla elde edilen kazançtan toplumların sadece %10’u yararlanıyor. Tükettiği kaynaklar gezegenimizin sonunu getiriyor ve finans sektörü bir aşırılıktan diğerine savruluyor.
Her biri diğerinden büyük sorunlar birbirini kovalarken buna bağlı olarak enerji krizi, ticaret krizi ve dünya savaşı tehdidi de gelişiyor. Daha kısa bir süre öncesine kadar tüm bu sorunlar için cevap hazırdı: Serbest piyasa bunu kendi içinde halledecektir. Ancak devasa iklim krizi ve sonuçları ortaydayken, buna ciddi olarak inanan kaldı mı diye soruluyor ve özellikle de genç nüfusun çok azı deniliyor. Yıllardan beri sanayi ülkelerinde kapitalizme olan öfkenin büyüdüğü, bunun da ideolojik nedenlerden öte ev sahibi olunamadığı için fırlayan kiralarla da ilgili olduğu belirtilmiş (Almanya için). Bu durumda kaynakları yok eden, ancak herkes için refah üretemeyen bir refah makinesi neden kabul görsün ki diye de sorulmuş.
Son zamanlarda çok farklı ideolojik kamplarda daha adil, yeşil ve buna rağmen serbest piyasa koşullarına uygun daha yumuşak kapitalizm ile ilgili öneriler de geliştirildi, hepsinin ortak noktası: daha az serbest piyasa, daha fazla vergi toplayan bir devlet ve ne olursa olsun daha az büyüme. Çoğunlukla da bunlar kadınlar tarafından ortaya atılıyor, ekonomist, felsefeci veya siyasetçi kadınlar. Daha kadın ağırlıklı bir dünya düzeninden bahsediliyor. Makalede detaylı bir şekilde yer alan bu çözüm önerileri özetle aşağıdaki ana noktaları içeriyor.
Görsel: Doğa Dergisi
Ekolojik Ayak İzi
Bir ülkenin veya bir kuruluşun sürdürdüğü faaliyetler sonucu atmosfere saldığı sera gazlarının karbondioksit cinsinden karşılığı karbon ayak izi olarak tanımlanır. Bu makalede ise dünya ülkelerinin kişi başına ekolojik ayak izi büyüklüklerine, yani bir insanın yaşam standardını mümkün kılmak için gerekli olan biyolojik açıdan verimli toprak alanı miktarına yer verilmiş. Mevcut kaynakların sürdürülebilir kullanımı için ekolojik ayak izinin 1,6 küresel hektarı (gha/global hektar) geçmemesi gerekiyor. Günümüzde bu ekolojik ayak izinin dünya ortalamasının 2,8 gha civarında olduğu belirtilmiş.
2018 verilerine göre ülkelerin ekolojik ayak izi (gha) miktarları:
- Katar 14,3
- Lüksemburg 13,0
- Bahreyn 8,2
- Birleşik Arap Emirlikleri 8,1
- Kanada 8,1
- Amerika 8,1
- Almanya 4,7
- Japonya 4,6
- Çin 3,6
- Hindistan 1,2
(Türkiye özel olarak belirtilmemiş, ancak ilgili renk skalasında 1,7 ile 3,4 arasında gösterilen ülkeler arasında yer alıyor.)
I. MİLENYUM KUŞAĞI’NIN MARX İLGİSİ: DAHA İKLİM DOSTU VE STRESSİZ YAŞAM ÖZLEMİ
Son 30 yılda batılı sanayi ülkelerindeki tüm sayı ve veriler modern kapitalizmin gayet de iyi çalıştığını gösteriyor. Ancak beklenen alkış yerine, özellikle de 30 yaş altındakilerde bambaşka duygular gözleniyor: Hayal kırıklığı, yılgınlık ve öfke ile birlikte sosyalist düşüncelere yakınlık. ABD’de 18-29 yaş grubunun %49’u sosyalizm ile ilgili olumlu düşünüyor. Der Spiegel tarafından yaptırılan bir ankete göre katılan Almanların neredeyse yarısı iklim krizinden kapitalizmi sorumlu tutuyor.
Genel olarak, sadece belli bir azınlığa değil herkese daha iyi bir yaşam sunan bir sistem değişimi isteniyor. Örneğin, herkesin özel bir aracının olması yerine devlet tarafından ortaklaşa kullanımın, tren ulaşımının ve bisiklet yollarının desteklenmesi gibi. İklim değişiminin serbest piyasa üzerinden denetlenmesinin mümkün olmadığı belirtiliyor. Sürdürebilir bir ekonomik sistemin olabildiğince çok insanın yaşam şartlarını yükseltmesi gerekirken, günümüzdeki kapitalizm az sayıda kişiye çok büyük zenginlik sağlıyor. Son yıllarda Almanya’da en alttaki kesimlerin alım gücü A 5% artarken en üstteki %10’nun alım gücü %40 artmış. Ülkenin gelişmişlik seviyesine göre bu makas daha da açılıyor.
Gelir Dağılımındaki Eşitsizlik
Gelir dağılımın eşitsizliği Gini katsayısı veya oranıyla açıklanıyor. Bu oran 0 olduğunda tüm gelirler eşit, 1 olduğunda ise en yüksek seviyede eşitsiz oluyor.
2017-19 verilerine göre bazı ülkelerin Gini katsayısı:
- Norveç 0,28
- Danimarka 0,28
- Danimarka 0,28
- Hindistan 0,30
- Almanya 0,32
- Fransa 0,32
- Avustralya 0,34
- Rusya 0,38
- Çin 0,38
- Türkiye 0,42
- Meksika 0,47
- Brezilya 0,54
Gelir dağılımındaki eşitsizliğin yanı sıra, hızla yükselen kiralarla birlikte büyük şehirlerin yaşamın aşırı pahalı hale gelmesi ve daha çok çalışma yıllarına karşın daha da küçülen emekli maaşları gibi etkenler, özellikle de genç nesilde uzun vadede de ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar kazananlar tarafında yer alamayacakları umutsuzluğunu yaratıyor. Ray Dalio’ya göre ABD’de durum daha da vahim, on yıllar boyunca gelirler çok az veya hiç artmadı. Buna karşın 1980’de başlayan modern neo-liberal dönemle birlikte en üst kesimlerin geliri üç misli arttı. Dalio’nun çözüm önerisi: “Farklı Paylaştırma”
Japon Profesör Kohei Saito, öğrencilik yıllarında ekonomik düzen ile çevre kirliliğinin birlikte ele alınması gerektiğini düşünmüş ve çözümü Karl Marx’ta bulmuş. Saito’ya göre Marx bilinenden çok daha yoğun bir şekilde kapitalizmin ekolojik sonuçları üzerine kafa yormuş. Berlin Humboldt Üniversitesi’nde “Doğa’ya Karşı Sermaye. Marx’ın Tamamlanmamış Ekolojik Kapitalizm Eleştirisi” adındaki doktora teziyle, ilgili çevrelerde büyük yankı uyandırmış.
2020 yılında ise yeni eko-sosyalizm ile ilgili bir kitap yazmış ve iklim krizini Marx’ın yaklaşımıyla ”kapitalist üretimin manifestosu” olarak ele almış. Buna göre gezegeninin çöküşünü ancak büyüme içermeyen, toplumsal üretimi yavaşlatan ve refahı bilinçli olarak paylaştıran bir post kapitalist sistem önleyebilir. “Antroposen’deki Sermaye” (antroposen, insanlığın çevre üzerinde önemli etki yapmaya başladığı sanayi devriminden bugüne ve devamındaki dönemi ifade ediyor) adlı bu kitap Japonya’da yarım milyondan fazla satmış ve yakında Almanca ile İngilizce çevirisi de hazır olacakmış.
Saito kitabın başarısını Japonya’daki yaşıtlarının çoktandır ekonomik istikrarsızlıkla ve “globalizmin aşırılıklarıyla” boğuşuyor olmalarına bağlıyor ve bu nedenle yeni yaşam tarzına açık olduklarını belirtiyor. Büyümeyi hızlandırması için sosyal devlet düzenlemelerin kaldırılması veya kısıtlanması gibi neoliberal önlemler, ardında sosyal uçurumlar ve istikrarsızlık bıraktı. Genç nesiller neden böyle devam edip tüm yaşamlarını çalışma, para kazanma ve tüketim odaklı geçirmeleri gerektiğini sorguluyorlar.
Pandemi dönüm noktasını oluşturdu, sosyal düzen değişti, birçok kişi ofise gitmek yerine ailesinin yanında kaldı. Bu nedenle Saito’nun, daha kısa çalışma saatleri ve daha az kâr odaklı ancak sosyal açıdan daha önemli işler olan yaşlı ve hasta bakımına daha güçlü odaklanmayı içeren Marksist küçülme talebi zamanın ruhunu çok iyi yakaladı. Buna rağmen, 150 yıl önce buharlı makineler döneminde yazılmış kapitalizm eleştirisi günümüz ekolojik krizine cevap olabilir mi? Saito, fazla bağlayıcılığı olmayan sürdürebilirlik hedeflerini çözüm olarak sunan siyasetçilere göre bunu daha mümkün görüyor.
II. TÜM YETKİ DEVLETTE: NEOLİBERALİZMİN SONU VE YEŞİL EKONOMİ
Geçmişteki onlarca yıl boyunca ekonomistlerin ve batılı iktidarların ekonomi dünyasının hiyerarşisine dair anlayışları çok netti: Yönü belirleyen piyasadır, devlet sadece engel teşkil eder ve olabildiğince dışarıda tutulması gerekir. Londra’daki muhafazakâr gazete “Times” tarafından “dünyanın en korkutucu ekonomisti” olarak tanımlanan Mariana Mazzucato (Roma doğumlu, Amerika’da büyümüş) ise tam aksini savunuyor: Piyasanın 21. yüzyılın zorluklarının üstesinden tek başına gelmesi imkânsız, özellikle de iklim değişikliğiyle birlikte. Şirketlerde irade, teşvik ve konuya hâkimiyet yok. Bu nedenle Mazzacuta’ya göre devlet yönü belirlemeli ve iddialı hedefler koymalıdır. Aynı zamanda toplumsal hedefleri de adlandırmalı ve tüm gücüyle buna odaklanmalıdır. Sıfır emisyonlu bir ekonomiye geçiş için inşa etme şeklimizden ne yediğimize ve nasıl hareket ettiğimize kadar tüm ekonomiyi dönüştüren “yenilikçi misyonlara” ihtiyacımız var. Eğer iktidar istiyor diye bir yıl içerisinde sıvılaştırılmış doğalgaz terminalleri yoktan var ediliyorsa, neden yeni bir solar enerji endüstrisi ve 10 bin yeni rüzgâr türbini de edilmesin?
İnovasyon/Yenileştirme alanında birçok ödüle sahip olan bu ekonomi bilimleri profesörü her yerde övgü toplamıyor. Karşıtları, Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Milton Friedman’ın “Medeniyetteki büyük ilerlemeler hiçbir zaman merkezi bir iktidarın eseri olmadı” sözlerine atıfta bulunuyorlar. Ancak bu sözler 1962 yılına ait ve Mazzucato'nun aklında ne sosyalist planlı ekonomi ne de bakanlık görevlilerinin şirketleri yönettiği güçlendirilmiş sanayi politikası var.
Büyük hedefler konulmalı diyor, zamanında ABD hükümetinin on yıl içerisinde aya uçmak istemesi gibi. Ama bunu başarabilmek için öncelikle devletin yalnızca piyasa başarısızlıklarını çözmek için var olduğu yaklaşımından vazgeçilmesi gerektiği, halen kapitalizme amaç ve yön verilmesi imkânsızmış gibi davranıldığının altını çiziyor. Bunun nasıl sağlanacağı sorusuna cevap olarak ise şirketler ve endüstri sektörleri usulca yönlendirme yerine buna zorlanmalıdır diyor. CO2 vergileri yerine endüstriye “yeşil” çimento kullanma zorunluluğu getirilmesi ve finansmanının devlet tarafından sağlanması ya da iktidarların mali yardımları şirketlerin emisyonları azaltması şartına bağlaması gibi. Fransa pandemi sırasında Air France’a sağldığı kredilerde ve Renault’a verdiği kredi garantilerinde bu yöntemi uygulamış.
Kıyaslamalı Veriler
Birçok ülke onlarca yıldır istikrarlı bir ekonomik büyüme gösterirken, bu durum bazı ülkelerde yüksek miktarlarda sera gazı salınımına neden oluyor. Aşağıda yer alan ülkelerin 1965 ile 2021 yılları arasında, uluslararası dolar cinsinden (satın alma gücü paritesine göre) kişi başına GSYİH, üretime bağlı CO2 salınımı ve nüfus değişim yüzdeleri verilmektedir:
ABD: %159, %47, %78
Almanya: %215, -%30, %10, (karbon salımını neredeyse üçte bir oranında azaltmayı başarmışlar)
Japonya: %309, %176, %25
Hindistan: %454, %1663, %181
Çin: %946, %2193, %97
(Gösterilen kaynak: Maddison Project Database 2020, 2018 verileri; Global Carbon Project, 2021 itibarıyla; Gapminder, Uno, HYDE, 2021 itibarıyla; Our World in Data – ilgili grafikte Çin ile Hindistan’ın karbon salınımı artış eğrisi adeta roket dikliğinde yükseliyor)
Mazzucato böylesi verilerin azlığından yakınırken, bunu hissedar kapitalizminin “büyük tasarım hatası” olarak gördüğünü belirtiyor. Çünkü bu verilerin eksikliği, büyük şirket gruplarının kârlarını inovasyonlar yerine, sadece hissedarların yararlandığı finansal işlemler ve hisse geri alımlarına yatırmalarına izin veriyor. Bu bağlamda 2022 yılında ABD’deki şirketlerin hisse geri alımları için 1 triyon dolar harcamalarını “delilik” olarak adlandırıyor. Hayalinde, şirketleri paralarını daha üst düzey hedeflere yatırmaları için teşvik veren girişimci bir devlet modeli yatıyor.
Alman hükümeti bu yıl itibarıyla iklim koruma anlaşmaları yapmaya hazırlanıyor: Daha pahalı olmasına rağmen iklim dostu üretim tercih edenlere ek maliyetler için devlet tarafından 15 yıla varan geri ödeme yapılacak. Bu yöntemle, özellikle çelik, kimya, çimento ve cam endüstrisinin olabildiğince hızlı yeşil üretime geçmesi hedefleniyor. Mazzucato verilen bu örneği memnuniyetle karşılarken, gidilmesi gereken yolun bu olduğunu söylüyor. Çözülmesi gereken sorunlar tek başına çözülemeyecek kadar büyük olduğundan, uzun zamandır her türlü müdahaleye izin vermeyen şirketlerde de devlete karşı mesafeli olma refleksinin azaldığı görülüyor.
Onlarca yıldır devam eden neolibelarizm devri artık tümüyle sona ermiş gözüküyor. 80’li yılların başından beri piyasaların en iyisini bildiği inancı tüm siyasi tarafları birleştirmişti. Bunun sonucunda kontrolsüz kalan piyasalar 2008’deki finans krizine neden olup neolibelarizmin sonunun başlangıcı getirirken, tabuta son çiviyi de pandemi çaktı. İktidarlar bir kez daha en kötüsünü önlemenin yolunu aramak zorunda kaldılar. Acil çözüm gerekli olunca, Almanya 190 milyar euro ve ABD de 5 trilyon dolar gibi büyük meblağları adeta bir gecede şapkadan çıkardı. Ancak sağlıktan çevreye uzanan büyük sosyal görevler söz konusu olunca, her defasında devlet borçları bahane ediliyor.
III: BÜYÜME OLMASA DA OLUR MU? ŞİRKETLER HİSSE DEĞERLERİNE VEDA EDİYOR
Adeta her binasında bir hedge fonunun yer aldığı Londra’nın finans merkezinde sıfır büyümeden bahsetmek buranın tabiatına aykırı gibi. Oysa farklı düşünenler de var. Ekonomist ve felsefeci Profesör Tim Jackson, yazarı olduğu “Büyümesiz Refah” kitabında mevcut ekonomik düzeni “doğası gereği insanların ihtiyaçlarının sözde doyumsuzluğuna bağımlı ve sürekli artan tüketim harcamalarının beklentisi içinde” bir sistem olarak tanımlıyor. Jackson’a göre kapitalizm, insanının sürekli daha çok para ve daha çok mal mülk istediğini varsayıyor. Ancak buna sadece ekonomistlerin inandığını belirtiyor. İyi haber, refaha ulaşabilmemiz için insanın doğasında radikal bir değişim gerekmiyor. Kötü haber, ekonomi modelimiz temelden yanlış.
Aslında Jackson tüm bunları 2009 yılında İngiliz hükümeti için derlemiş ve modern ekonominin sürekli büyümeye bu kadar körü körüne bağlı mı olmalı sorusuna hayır cevabını vermişti. Ancak bu pek olumlu karşılanmamış ve söz konusu çalışma zamanın Başbakan Gordon Brown tarafından hasıraltı edilmişti. Oysa bu soru günümüzde her zamankinden daha da geçerli: Ekonomi ve refahın çökmemesi için sınırlı kaynakları olan bir gezegende gerçekten de genişlemeye devam etmemiz mi gerekiyor?
18. yüzyılda ortaya çıkan klasik ekonomiden yana bu soru çoğunlukla kocaman bir evet ile yanıtlanmıştır. Özetle: Büyüme olmazsa şirketler tasarrufa gidiyor ve istidamı azaltıyor. Önce işgücü piyasası ardından da tüketim çöküyor. Bu en iyi ihtimalle durgunluğa neden oluyor. Yaşam standardı düşüyor, refah artışı duruyor. En kötü durumda kalıcı ekonomik gerileme veya buhran sarmalı gelişiyor. Hiçbir siyasetçi bunu gönüllü olarak deneyimlemek istemez.
Ancak geldiğimiz noktada, gezegenimiz böyle ısınmaya devam ederse, büyümeden vazgeçmenin daha ne kadar süreyle gönüllülük esasına dayanacağı tartışmaya açık. Gerçekten de sürekli olarak önceki yıla göre daha fazla üretmek zorunda mıyız? Bunun ekonomik somut gerçeklerden ziyade neredeyse iki yüzyıldan fazladır sanayileşmiş ulusların ruhunun derinliklerine işlemiş olan kültürel “büyüme efsanesi” ile ilgili olduğu belirtiliyor.
1968’den beri sürdürülebilir bir gelecek için çalışan Roma Kulübü’nün önderliğinde 1972’de yayımlanan “Büyümenin Sınırları” adlı kitabın ilk ve oldukça yüksek sesli uyarısı da bunu 50 yıldır değiştiremedi. Bilim insanları o zamanki yeni bilgisayar modellerinden yararlanarak, ekonomi ve nüfusun mevcut büyümeyi devam ettirmesi durumunda gezegenimizin kaynaklarının 2100 yılından öteye yetmeyeceğini ve insan ile çevreye yönelik çok dramatik etkileri olacağını sonucuna varmışlardı. Bu çalışma çok sert bir şekilde eleştirildi ve sonuçları -hesaplamaların defalarca doğrulanmasına rağmen- hem o zaman hem de takip eden onlarca yıl boyunca birçok karşıtı tarafından kategorik olarak reddedildi.
Artık bu cephede yavaş yavaş yumuşama görülmeye başlandı. Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Robert Solow’a göre toplumun büyük çoğunluğu daha az tüketerek ve daha çok özel yaşama ve hizmetlere odaklanarak ekolojik ayak izini küçültmeye karar verirse, bu karara göre hareket etmenin ekonomik açıdan hiçbir sakıncası yok. Ancak Solow’un önemli bir uyarısı var: Geçiş döneminde, artan işsizlikten küçülen gelirlere kadar varan birçok sonuca katlanılması gerekecek. Bu nedenle ekonomi uzmanları sıfır büyüme yerine, doğru büyümeyi yanlış büyümeden ayıran daha yumuşak bir çözümden yana. Örneğin, yenilenebilir enerjilerde olabildiğince büyümek, buna karşın petrol endüstrisinden vazgeçmek ya da çelik fabrikaları yerine dijital start-up’ları tercih etmek.
Bu dönüşümün ilk sonuçları alınmaya başlandı. Aralarında Almanya’nın da yer aldığı 30 ülkede, ekonomik büyümeye rağmen CO2 salınımları azaldı. Ancak Jackson’a göre bu gezegenimizi kurtarmak için yeterli değil. Neden doğrudan sanayileşmiş ülkelerdeki büyümenin artık yaşam kalitesine sınırlı bir katkı yaptığını kabul etmiyoruz diye soruyor. Bunun her şeyden önce jeostratejik nedenlere mümkün olmadığı, çünkü ne Avrupa ne de Amerika’nın Çin gibi otokrasilerin tam gaz büyümeyle politik açıdan gittikçe daha güçlü hale gelmesini seyretmeye niyetli olmadıkları belirtiliyor. Jackson ise, AB bölgesinin 2000 yılından beri yılda ortalama yüzde birin üzerinde büyüyemediği ve bu nedenle Batı’daki ekonomik büyümenin öngörülebilir bir gelecekte sona ereceği ve buna bağlı olarak başka çözümler üzerine düşünmenin anlamlı olacağını söylüyor.
Aslında giderek daha çok sayıdaki şirket büyüme sonrası dönem için bir yol bulmaya çalışıyor. Üç sene önce ABD’nin en büyük 200 şirketi ortak bir bildiri yayınlayarak bundan böyle sadece hissedarlarına değil “tüm paydaşlara”, yani müşterileri, çalışanları ve iş ortaklarıyla birlikte tüm topluma karşı yükümlü olduklarını açıkladı. Apple’dan Goldman Sachs’a kadar birçok dev şirketi bir araya getiren ve dolaysıyla dünyanın en güçlü CEO’lar birliği olarak kabul edilen “Business Roundtable” için bu büyük bir adım sayılır. Şimdiye kadar, Milton Friedman’ın “şirketlerin sosyal yükümlülüğü kârı yükseltmektir” ilkesi doğrultusunda, kendilerini sadece hissedarlarına karşı yükümlü görüyorlardı. Bu bildirinin ne kadarının söylemden öte gerçeğe dönüşeceği henüz belirsiz. Ancak bu yönde tüm kârını çevreyi korumaya adayan büyük katkılar kadar yeni üretilmiş polyester yerine geri dönüştürülmüş sentetik madde kullanımı gibi küçük katkılar da önem taşıyor.
Geri dönüştürülmüş kamyon tentelerinden, emniyet kemerlerinden ve bisiklet iç lastiklerinden ürettikleri çanta ve cüzdanları 25 ülkede pazarlayan ve yılda 400.000 adet satan orta ölçekli İsviçreli şirket Freitag ise daha da ileriye giderek, personel ve piyasa açısından müsait olmasına rağmen, üretimini bu seviyede sabitlemiş durumunda. Şirketi 30 yıl önce Daniel ve Markus Freitag kardeşler kurmuş; öncelikli hedefleri çalışanlara iyi ve mutlu bir yaşam sunmak, bunun da “turbo kapitalizm” ile mümkün olmadığını düşünüyorlar. Daha yavaş ve daha dengeli bir çalışma şeklinin herkes için daha sağlıklı olduğunu göstermek istiyorlar. Büyük perakende ve moda şirketlerinin pazarlamaya yönelik bu fikri keşfetmeden çok önce, kullanılmış çantaları gönderme ve maliyetine tamir ettirme fırsatı sunmuşlar. Her yıl binlerce müşteri bu hizmetten yararlanırken hiçbir şey kazanmadıklarını, ancak şirket mutluluğunun sadece artan kârda yatmadığını belirtiyorlar.
Görsel: https://www.freitag.ch/en/store/freitag-flagship-store-zuerich
IV. PİYASA YERİNE İNSAN: DAHA ADİL BİR TOPLUM İÇİN ÖNERİLER
Eva von Redecker und Minouche Shafik ikilisinin -biri organik çiftlikte büyüyen Marx hayranı protest hareket düşünce lideri feminist bir felsefeci, diğeri ise Dünya Bankası eski başkan yardımcısı, şimdilerde kapitalist elit okul London School of Economics'in Direktörü pragmatik bir ekonomist- herhangi bir ortak yönlerinin olması beklenmez. Ancak tarihi dönüm noktalarını özel kılan, çok farklı kutuplarda olanların çok benzer sonuçlara varmasıdır. Oxford’lu ekonomist Shafik’e göre birçok ülkede insanlar toplumsal sözleşme ve onun sunduğu yaşam olanaklarından hayal kırıklığına uğramış durumda, hem de son 50 yılda olağanüstü artan maddi refaha rağmen. Cambridge’li felseci Redecker’e göre ise kapitalizm yaşamı yok ediyor.
Her ikisine göre de, iyi bir şekilde beraber yaşayabilme piyasa yerine insanlar tarafından belirlenen yeni kuralları gerektiriyor. Shafik bununla ilgili olarak “What We Owe Weach Other” (Birbirimize Olan Borcumuz) adlı kitabı yazdı, Redecker ise “Yeni Protest Şekillerinin Felsefesi”ni yayımladı. Tecrübeli finans uzmanı Shafik somut siyasi önerilerde bulunurken, keskin öncü düşünür Redecker düşüncelerini daha radikal bir şekilde ifade ediyor. Felsefeci olarak sorumluluğunun somut değişim önerileri geliştirmek yerine kapitalizmin mevcut şekliyle gelecekte de var olabileceğini ve bunun mülkiyet kavramı ve onu kötüye kullanma hakkıyla yakından ilgili olduğu gerçeğini göstermek olduğunu düşünüyor. Bunun önüne de, Marx temelinde bir 21. yüzyıl sosyalizmiyle, ancak onun daha geliştirilmiş şekliyle geçilebileceğine inanıyor. Malları tüketmek yerine onları paylaşmayı; bize emanet edileni boyunduruk altına almak yerine onu geliştirmeyi öneriyor: “Kadınların tarih boyunca piyasanın değil insanların ihtiyaçlarına yönelik çalıştılar, erkekler ise malları ürettiler. Bu nedenle de belki bugün kadınlar erkeklerden daha net bir şekilde asıl sorunun hayatta kalabilmenin olduğunu görebiliyorlar.”
Minouche Shafik’in ise sadece hayatta kalabilme değil, beraber yaşayamaya yönelik de somut fikirleri var. Birçoğu gibi o da para akışlarını yeniden düzenlenmesi gerektiğini düşünüyor, ancak daha geliştirilmiş bir refah devletiyle değil: “Eğer devletin yeniden dağıtması gerekiyorsa, zaten kaybetmiş demektir. Devletin önceden dağıtması gerekiyor; devlet eğitime, altyapıya, olası tüm fırsat eşitliği biçimlerine çok daha büyük yatırımlar yapmalıdır. Yatırım olabildiğince erken bir evrede herkese, ama özellikle de dezavantajlılara yapılmalıdır. Bu yatırım daha verimli bir ekonomiyi ortaya çıkarabilir.”
Buna yönelik somut önerileri var: Tüm insanlar doğumlarından itibaren devletten 50.000 euro eğitim ödeneği alır ve bu ödeneği üniversite eğitimi veya başka eğitimler için hayat boyu kullanabilir. Ya da kreşten liseye kadar kapsamlı ve ucuz çocuk bakımı sağlanır. Bunun eşit haklar açısından en etkin araç olduğunu veriler açıkça göstermektedir. Aynı şekilde sermayeyi destekleyen ve çalışmayı dezavantajlı kılan vergi sistemlerindeki dengesizlik de giderilmelidir.
Shafik de bunun hepsinin mümkün olmadığını biliyor. Vergi, emeklilik ve eğitim gibi önemli araçlar nasıl yaşadığımız ve çalıştığımızı ve kendimizi ne kadar iyi hissettiğimizi doğrudan etkiliyor. Buna rağmen kimse bunları yeniden düzenlemeye yanaşmıyor diye eleştiriyor ve sanayi ülkelerinin çoğunun sanki dünya hiç değişmemiş gibi davrandığını belirtiyor. Bu nedenle artık tüm modelin, yani kapitalizmin geliştirilmesi gerektiği anın geldiğine inanıyor. Muhtemelen de radikal bir şekilde.
Makale bu saptamayla sona ererken, bunun kulağa artık bir tehditten çok umut gibi geldiğini belirtiliyor.
SONUÇ
Makalede yer alanlar her şeyden önce bir durum saptaması. Sondan başlayacak olursak, yani tarihi dönüm noktalarında çok farklı kutuplarda olanların çok benzer sonuçlara varması konusuna; Marx’a dünya görüşü veya siyaseten çok uzak olanların da yukarıda yer alan kapitalizm eleştirilerine aynen katılacağını düşünüyorum. Önerilen çözümler tartışılabilir, çünkü bunlar bir ülkenin ekonomik ve gelişmişlik düzeyiyle olduğu kadar bulunduğu coğrafi konumla da yakından ilgili.
Ancak piyasa ekonomisinin ve dolaysıyla bilinen kapitalist sistemin çöktüğü ortada, belki de bu nedenle devletin daha etkin rol alması isteniyor. Ama yasaklayan, cezalandıran, ideolojik kısıtlamalar getiren buyurgan bir devlet yerine radikal önlemler alsa da teşvik veren, ekonomik-sosyal-çevresel konularda öncülük eden ve iddialı hedefler koyarak doğru yönlendiren lider bir devlet isteniyor. Aslında günümüzde lider nasıl olmalıdır sorusuna verilen cevaplar, devlet yönetimi için de geçerli.
Geri dönüştürülmüş malzemeden çanta ve cüzdan üreten ve büyümesini bilinçli olarak belli bir seviyede donduran Freitag şirketi bir yönüyle İsviçre toplumunun 80’li yıllardan beri çevre korumaya verdiği öneminin somut sonucu gibi. Ancak kıyaslamalı verilerin gösterdiği üzere dünyada çok farklı dengeler geçerli. Çin gibi otokrat ülkeler, örneğin kişi başına GSYİH’yı olabildiğince büyütmek adına karbon salınımında adeta sınır tanımayan bir artışı göze alıyorlar. Bunun politik açıdan güçlenmelerini sağlaması, aşması çok zor bir sarmal gibi duruyor. Çin, elde ettiği bu ekonomik gücün bir sonucu olarak, 2015’te 30 pilot şehri kapsayan Sünger Şehir Projesi’ni yürürlüğe koydu. 2030 yılında kadar yağmur suyunun %80’i tekrar kullanılabilecek şekilde dönüştürülecek. Çin aynı şekilde çok iddialı mimari projelere de imza atıyor. Ne var ki, mevcut karbon salımını radikal bir şekilde azaltmadığı sürece gezegenimizin ısınmasından ve dolaysıyla kuraklık ile sel döngüsünden sorumlu baş aktörlerden biri olmaya devam edecek.
Yaşam standardına bağlı olarak, birçok gelişmiş ülkede kişi başına düşen ekolojik ayak büyüklüğü de aynı orantısızlıkla artıyor; dünya ortalaması açısından olması gereken sınırı misliyle aşmış durumdayız. Gini katsayısı, yani gelir dağılımı eşitliğiyle ilgili olarak ise demokrasisi daha gelişmiş ülkeler çok daha düşük bir katsayıya, dolaysıyla daha eşit bir gelir dağılımına sahipler. İlginç bir şekilde iklim değişikliğine karşı en yoğun protestolar da yine oralardan yükseliyor veya yükselebiliyor. Gelişmiş ile gelişmemiş ülkeler her ne kadar benzer ekonomik ve çevresel sorunlarla baş etmek zorunda olsalar da, alınması gereken radikal ekonomik, sosyal ve çevresel önlemler açısından ilk grupta yer alanlar daha avantajlı gözüküyor. Bu bilindik kural, en azından yakın gelecekte, değişmeyecek gibi duruyor.
Kaynaklar
Der Spiegel 1/2023, “Hatte Marx doch recht?”, Thomas Schulz, Susanne Beyer und Simon Book
İstanbul Sünger Şehir Olabilir mi?