Beş yıl önce İzmir Agorası'nda çektiği fotoğraf üzerinden kitsch kavramının Türkiye'deki yansımalarını irdeleyen Aykut Köksal, restorasyon adı altında yeniden inşa edilen agorayı ise, "Alacakaranlık Kuşağı'nda bir enstantane"ye benzetiyor…
Orijinal boyut için tıklayınız.
Genelgeçer bir kitsch tanımı vermek neredeyse olanaksız. Ama yine de farklı tanımlar arasında bazı ortaklıklar bulunabilir; bunlardan biri kitsch'in modernleşme sürecinde ortaya çıkmasıyla ilgili, yani geleneksel dünyanın yerleşik normlarının çözülmesiyle kitsch'in ortaya çıkması arasındaki bağlantı. Nesnenin, geleneksel anlam bağlamından kopması, ancak normları yeniden düzenleyecek yeni bir bağlama katılamaması kitsch'i yaratan koşulların başında geliyor. 19. yüzyılın -başta mimarlık olmak üzere- kitsch üreten bir yüzyıl olmasının nedeni de bu; 20. yüzyılda modernleşmenin yeni bir anlam bağlamı ve buna bağlı olarak yeni normlar dizgesi tanımlaması (Modernizm) kitsch'i bu kez, normların dışında kalan kendiliğindenlik sınırlarının içine çekiyor ve popüler kültür, kitsch üretimi için son derece verimli bir toprak haline geliyor.
Bu yüzden kitsch'in en belirleyici özelliği "sahici" (otantik) olmaması. Anlam bağlamıyla ilişkideki zorunsuzluk, nesnenin sahiciliğini de ortadan kaldırıyor. Yerel mimarlığıyla ünlü bir yöreden çıkmış yapı ustalarının modern dünyada kitsch üretmelerine şaşmamak gerekiyor. Ya da geleneksel anlam dünyasının zorunlu kodlarını yitirmiş bir cami mimarlığının, kodlarından (yani sahiciliğinden) kopmuş biçimleri yeniden üreterek verimli bir kitsch bağlamı yaratması da aynı nedene dayanıyor. Örneğin, caminin banisinin sultan olma olasılığı ortadan kalkınca minare sayısının birden fazla olması keyfi / zorunsuz bir karara dönüşüyor, camiyi yaptıranın maddi gücü ne kadar büyükse minare sayısı da o kadar fazla oluyor. Artık yeni bir anlam alanına geçiyoruz, tüm kitsch'lerde olduğu gibi nesne de yeni bir gösterge dizgesinin (bir semiyotik dizgenin) öğesine dönüşüyor. Cami mimarlığının tarihsel bağlamından koparılmış tüm referansları bu yeni dizgeyle anlam kazanıyor ve bir mimari nesne olarak cami bu yeni anlamıyla, seküler dünyada dinin savunmasını yüklenen bir gösterge oluyor.
Turizmin yarattığı dünyanın da popüler kültürün en verimli alanlarından biri olduğunu biliyoruz. Bu kez sahici olmama durumu, istenen, talep edilen bir koşul oluyor. Bağlamla ilişkideki zorunsuzluk Akdeniz kıyısında Kremlin Sarayı'nı yineleyen ya da Topkapı Sarayı'nı taklit etmeye çalışan bir tatil köyünü olası kılabiliyor. Burada kitsch, bir kendiliğindenliğin değil, pazarlama iletişiminin küresel dünyada izlediği stratejinin sonucu. Aslında "sahici" oldukları için turizm pazarında talep gören bağlamlar da bu yazgıdan kurtulamıyorlar: Suriçi İstanbul, sözde-tarihsel cepheli otellerle donanıyor, her bir köşesi kötü müsamere dekorlarına dönüştürülüyor, bu dekorda türbeler önünde poz veren sultan kılıklı modeller ya da kafelerde uydurma bir sufi dansını icra edenler de eksik olmuyor.
Mimarlık okulları, 1970'lerde tarihsel dokunun ve korumacılığın ayrımına vardıklarında -İstanbul'un yanı başında olduğu için- gözlerine çarpan ilk örnek Safranbolu olmuştu. Sonunda Safranbolu korundu (!) ve bir turizm cennetine dönüştü. Ne var ki bu koruma programı, Safranbolu'da Safranbolu'ya benzemeye çalışan bir çevreyle sonuçlandı. Bu "yeni" Safranbolu imgesinin olmazsa olmaz öğesi olan ahşap "Safranbolu Evi" artık kentin her yerinde, tabii en başta da artık bir hediyelik eşya pazarı olan Safranbolu Çarşısı'nda: Safranbolu Evi görünümünde anahtarlıklar, gece lambaları, biblo maketler...
1970'lerden bugüne restorasyonun da anlamını değiştirip, "eskinin yerine eskinin benzerini yapma"ya dönüştürdüğümüzü de unutmamak gerek. Son 30 yıl içinde, Boğaz'daki tüm yalıların yerini, ahşap kaplanmış betonarme binalardan oluşan "benzerleri" aldı. Ne var ki bu restorasyon anlayışı -koruması bir sorun olan- ahşap mimarlıkla sınırlı kalmadı, tüm tarihsel yapılar aynı anlayışla "restore" edilmeye başlandı. Artık restorasyonun bir başka işlevi vardı, tarihsel imgeler inşa etmek. Bu yüzden restore edilen nesnenin ne olduğu, korunup korunmadığı önemli değildi; önemli olan sonucun ne kadar amaca hizmet edecek bir "imge" verdiğiydi. Surlar, kervansaraylar, Selçuklu külliyeleri korunmuş parçaları görünmez kılacak biçimde -yani korunmuş olma durumunu ortadan kaldıran bir anlayışla- yeniden inşa edildi. "Sahicilik" korumacıların tümüyle unuttuğu bir kavramdı artık.
İşte şimdi bu yazıya esin veren fotoğrafa gelebiliriz: İzmir'de, Agora'da, 16 Temmuz 2009'da çektiğim bir fotoğraf bu. İzmir Agorası, büyük bir kentin tam ortasında olmasına karşın gözlerden ırak kalmış bir yer. Bu antik sitin turizm için daha çekici olmasını isteyen Kültür Bakanlığı bir "restorasyon" programı başlatmış. Turizmin ana hedef olduğunu, yapılan çalışmanın mevcut bir antik yapıyı kurtarmaya ya da korumaya değil, yeniden inşaya (rökonstrüksiyona) yönelik olmasından anlıyoruz. Yani yine bir "imge inşası" çabasıyla karşı karşıyayız. İlginç olan, bu imge inşasının, günümüzün sanal imge inşalarıyla büyük bir benzerlik taşıması. Popüler kültürün başat öğelerinden biri olan bilgisayar oyunları için üretilmiş, sütun kaidelerinin "copy paste" yöntemiyle çoğaltıldığı bir tarihsel dekorun gerçek dünyaya aktarılmış halini görüyoruz. Başka bir deyişle "Alacakaranlık Kuşağı"nda bir enstantane ve ancak o kadar "sahici"...