VitrA ve Türk Serbest Mimarlar Derneği (TSMD) işbirliğinde gerçekleştirilen VitrA Çağdaş Mimarlık Dizisi'nin (VÇMD) üçüncü sergisi "Hayallerden Gerçekler - Eğitim Üzerine Projeksiyonlar" , eğitim sistemine kullanıcıların gözüyle içeriden bir bakış atıyor. Öğrencilerin bir gününe şahitlik ettiğimiz sergi, içindeyken hiç bitmeyeceğini düşündüğümüz okul günlerine bizleri yeniden götürüyor. Ama bu kez "ziyaretçi öğrenci" olan bizleri, sabah karanlığında basamaklarını ağır ağır arşınladığımız korkutucu okul binası yerine, daha neşeli bir koridor karşılıyor. "Gerçekler" ile "Hayaller"i karşı karşıya getiren sergide, eğitim sistemimizin artı ve eksilerini birarada görüp, neleri değiştirebileceğimize dair aklımızda oluşan soru işaretleri ile turu tamamlamış oluyoruz.
Küratör Şebnem Yalınay Çinici ve sergi ekibinden İdil Üçer Karababa, Mimarizm'in soruları üzerinden, sergiyi merak edenlere rehberlik ediyor.
"Eğitim kavramının ortamla birlikte nasıl düşünülmesi gerektiği bizim için her zaman esas sorulardan biri"
Vitra Çağdaş Mimarlık Dizisi'nin ilk iki sergisi size neler düşündürdü? Küratörlüğünü üstlendiğiniz üçüncü sergi için aklınızda nasıl bir ipucu verdi?
Şebnem Yalınay Çinici: Vitra Çağdaş Mimarlık Dizisi'nin (VÇMD) en ilginç taraflarından birisi, birtakım üst kavramlar ile ortaya konan sorular. İlkinde AVM, ikincisinde oteller ve tatil mekanları, bunda da eğitim kavramı ortaya konurken, salt bir mimari proje ve bina sergisi olmaması durumu... Bana en çok heyecan veren kısım, projenin sergi düşüncesiyle beraber yorumlanabilir bir kavram olarak ele alınması oldu.
İlk iki çalışmaya baktığımda, ikisi de ilgili oldukları kavramı ele alma ve bunu sergiye dönüştürme aşamalarında tamamen farklı yaklaşılmış sergilerdi. Saitali'nin (Köknar) yaptığı açılıp kapanan kutular ve taşınabilirlik vurgusu; Ertuğ'un (Uçar) ise sergi mekanının kendisini odalara bölüp aklımızdaki tatil ve otel imgesini mekan olarak kurarken, "bunu çağdaş sanat işleri üzerinden okumak istersek nasıl bir sergi çıkar" sorusundan hareketle yola çıkmış olması bana çok cesaret verdi. Çünkü bu işin kendisinin ortaya konma biçimi çok yaratıcı bir şekilde ele alınabilir. VÇMD'nin salt mimari sergi gibi sınırlandırılmamış olması, nasıl daha büyük bir kalabalığa ulaşabileceğine dair düşünmek için müthiş bir fırsat veriyor. Eğitim dediğimiz kavram da zaten hemen binalarla ve mekanlarla ilişkilendirilen bir şey değil.
Hayat boyu devam eden ve her yerde karşımıza çıkan çok daha geniş bir kavram aslında...
Kesinlikle, herkes AVM'ye gitmiyor ya da otelde tatil yapamıyor olabilir ama hepimizin beş senelik de olsa mutlaka bir okul macerası oluyor. Dolayısıyla herkesle ilişki kuran ve yaşam boyu devam eden bir kavram olması, eğitimi benim için çok ayrıcalıklı ve özel kıldı. Ben de 23 senedir eğitim işinin içindeyim ve bu, üzerine çok düşündüğüm bir kavram. Artı, iki tane çocuğum var. Çocuklar okula gitmeye başlayınca, bu konunun Türkiye özelinde ne kadar çok düşünülmesi ve iyileştirilmesi adına ne kadar çok iş yapılması gerektiğini insan tekrar birebir hissediyor. Belki çocukken birden içine düştüğümüz bir ortama "bu da böyle" deyip geçiyoruz ama büyüyüp kendi çocuklarımız okula gitmeye başlayınca "böyle olmak zorunda değil, çok daha iyi olabilir" diyoruz. Ki bu süre zarfında çok daha iyi örnekler de görmüş oluyoruz. Tabii bu mimarlar olarak tamamen bizim özel ilgi alanımız. Eğitim kavramının ortamla ilişki içinde nasıl düşünülmesi gerektiği bizim için her zaman esas sorulardan biri oluyor. Dolayısıyla, "eğitim herkesin derdi olduğu noktada ne yapılabilir" sorusu bu serginin motivasyonunu oluşturdu. Belki diğer VÇMD sergileriyle ilişki içinde ama her bir sergide problemin çok farklı şekilde ortaya konmuş olması, bu işin çok ciddi tasarlanması gereken bir tarafı olduğu fikrini canlı tuttu bende...
Bu sergide başından beri en çok yapmayı hayal ettiğim şey, ortamı, gelen herkesin çok doğal bir şekilde merak edip kurcalayacağı şekilde kurgulamaktı. Bunu da teknolojik olanakları biraz daha fazla kullanarak, gerçeklik algısı üzerinden sağlamaya çalıştık. Örneğin Alper Derinboğaz ve Refik Anadol'un işi, 'Kolektif Okul' düşüncesinin üç boyutlu bir modellemesi.
Fulya Özsel Akipek ve Tuğrul Yazar'ın hazırladığı projeksiyon da ziyaretçiyle etkileşime geçen, ona cevap veren bir çalışma. Sergiyi hazırlarken birlikte fotoğraf atölyelerini yürüttüğümüz öğrencilerin anlattıkları hayaller, cümleler halinde yansıtılıyor. Yaklaştığınız zaman bu yazılar büyüyüp kendini okutuyor, uzaklaştığınız zamansa karmaşık çizgiler düzeninde yansımaya devam ediyor.
"Sergi, farklı gerçeklik hallerinin bulunduğu bir koridor"
Sergiyi, dijital işler ve fiziksel işler olmak üzere ikiye ayırabiliriz sanırım.
Bu hem serginin başlığı, hem de gerçek hayatla kurduğumuz ilişkideki gerçeklik hali ile ilgili. Hayallerle ilişki kurmaya başladığımız ortamların ele gelmemesi, gerçeklik halinin ise çok somut ve birebir orada varolması durumunu bu ortam içinde nasıl kurabileceğimize odaklandık. Bunu, üst üste yerleştirilmiş farklı gerçeklik hallerinin ve ortamlarının birarada bulunduğu bir koridor olarak kurguladık. Bütün bu ilişki çerçevesinde yapılan işleri bir skala halinde düşünürsek, serginin; analog/fiziksel diyebileceğimiz, nesne niteliği taşıyan parçalar ile görüntüler, fotoğraflar, projeksiyonlar, animasyonlar ve size tepki vermeye başlayan diğer çalışmalar gibi gittikçe açılan bir kurgusu var. Kişinin somut gerçeklikle kurduğu ilişkide, gerçekliği algılama durumunun hafifçe sarsılmaya başlaması... Bir taraftan varolan durumdan düşünceye, hayale geçişte ortamın mekansal olarak nasıl kurgulanabileceğini düşünürken, diğer taraftan sergiye katılacak işleri birbirinden izole, tek tek ziyaret edilen parçalar gibi ele almak yerine, aralarında bir ilişki ve geçiş kurmaya çalıştık. Sergiyi üst üste geçmiş katmanlar ya da birbirileriyle ilişki kurmaya başlayan çalışmalar gibi kurgulayıp bir bütün olarak oluşturduk. Tabi burada en önemli kavramlardan birisi işbirliğiydi.
"Eğitimin temel derdi kişinin mutluluğu olmalı"
Bu işbirliği serginin hazırlık sürecine nasıl yansıdı?
Her hafta toplanıp, herkesin ne yaptığını tek tek sunumlar üzerinden tartıştık. Birinci kişinin yaptığına göre ikinci veya üçüncü kişi kendini nasıl konumlandırabilir? Yaptığı işi değiştirmek ister mi, istemez mi? Değiştirirse ne yönde değiştirmek ister? Bu değişiklik serginin bütününü nasıl tamamlar, nasıl daha iyi bir noktaya taşır? Orada üretilen düşünce beraber hareket etme konusunda bizi nasıl güçlendirir? Birbirimize sürekli feed-back vererek ilerledik. Tabi bu noktada ekibin ne kadar muazzam olduğunu da belirtmem gerek.
Çoğunluğu mimarlardan oluşan bir ekip sanırım, değil mi?
Aslında genele baktığınız zaman bir denge var. Mimarların yanı sıra görsel iletişim tasarımcıları ve mühendisler de bulunuyor. Osman Koç, Candaş Şişman, Bager Akbay, Refik Anadol, Avşar Gürpınar bu konuda çok başarılı kişiler. Yücel Tunca, Tansel Atasagun, Sevgi Ortaç, Gençer Yurttaş ise fotoğraf sanatçılarımız.
İlk hedeflerimizden birisi bu işbirliğinin kendisiydi. Hepimizin yürekten inandığı, bunu yapalım diye müthiş enerji bulduğumuz ikinci nokta ise, -eğitimde bireyin merkezde olma durumundan hareketle- eğitimin müfredatı ve ortamı ile temel derdinin, kişiyi mutlu etmek üzerine kurulması gerektiğiydi.
Bunu yaparken de mimarlar olarak kendi açımızdan bu konuya nasıl bakabileceğimizi sorguladık. Kişilerin orada bulunmayı isteyebilecekleri mekanlar ancak oluşturarak gerçekleştirebileceğimiz bir şey. Peki bu nasıl oluşturulabilir? Çok farklı becerilere, çok farklı düşünme biçimlerine açık olan bu durumu karşılama sorumluluğunu bir şekilde dile getirmeli. Peki bu salt mimarların yapabileceği bir şey mi? Eğitim yapılarından, ortamlarından bahsediyorsak bu sadece mimarın oturup tasarlayabileceği bir şey değil. O yapının nasıl bir eğitimi öngördüğü, kişileri nasıl yetiştirmek ve eğitimi nasıl ele almak istediği, birbirini destekleyecek şekilde tasarlanması gereken iki ayrı konu. Ama mutlaka birlikte çalışarak yapılması gerekiyor.
Bilgiyle kurduğumuz ilişki değişti; artık herkes kendi yolunu çizebiliyor
İşbirliği demişken, dijital işler olsun, fiziksel işler olsun hepsinde etkileşimli, üretken, ortak kullanımı vurgulayan örnekler görüyoruz. Bu durum eğitimin geleceğine dair nasıl bir mesaj veriyor?
Aslında birkaç şeyi birden söylemeye çalışıyoruz. Bir tanesi işbirliğinin, hep birlikte çalışmanın, birbirimizin farkına vararak iş yapmanın, yapılan iş, konu, soru, sorun neyse ancak biraraya geldiğimizde, olabilecek en doğru sonucu üretmeye başlayabileceğimiz düşüncesi. Bu, bizim ekip olarak da çok paylaştığımız bir fikirdi. İşleri birbirinden izole parçalar gibi bırakmak yerine, birbirinden güç alan bir bütün olarak vurgulamaya çalıştık. Kişiler tabi ki her zaman çok önemli ama bunlar bir araya gelip bir şey üretmeye başladıkları zaman ortaya çıkan işin gücü daha da artıyor. İyi bir diyalog ve işbirliği ortamı bizi, çok daha fazla problemin üstesinden gelebilen, birinin gözünden kaçanı öbürünün görebildiği bir dünyaya doğru taşıyor. Biz de sergi ekibi olarak bu yönde bir iş çıkartmak istedik.
Alexis Şanal ve Salih Küçüktuna'nın 'Geçici Kütüphane' adlı çalışması, bizim okul sonrası diye adlandırdığımız, yaşam boyu eğitim dediğimiz, "okuldan sonra ne oluyor"u düşündürmek istediğimiz kısım. Kişinin bilgiyle ilişki kurduğu en temel mekanlardan birisi nihayetinde kütüphaneler. Pek çok bilgi orada kümeleniyor, toplanıyor. Bilgiyle ilişki kurmak istediğinizde elbette internet ortamları var, ama kütüphane hala bu konudaki en değerli olgulardan birisi. 'Geçici Kütüphane' kurgusunda, bir tarafta hafif anıtsallaşmaya başlayan yapılar, diğer tarafta yer değiştirilebilen, farklı farklı bir araya getirilebilen parçalar var. Bilgiyle kurduğumuz ilişkide artık onu kendimiz için farklı biçimlerde var edebilir, bozup başka hallere sokabiliriz. Ve bu kurduğumuz ilişkinin kendi içinde gelişmesiyle birlikte kendi yolumuzda ilerlemeye devam edebiliriz.
Alper Derinboğaz ve Refik Anadol'un bu duruma karşılık gelen 'Kolektif Okul' adlı çalışması ise, 'hackerspace / makerspace' olarak anılan, kişilerin network'ler halinde bir araya gelerek, hem birbirlerinden öğrendikleri hem de kolektif olarak o işi yapabilme durumunun mekansal bir araştırması niteliğinde. Tabi bu, okuldan bağımsız olarak kişilerin tamamen kendi inisiyatifleriyle gerçekleşen bir şey. Bunu okul sonrasıyla ilişkilendirmek, yaşam boyu öğrenmeyi, kişinin kendi kendini eğitmeye devam etmesi durumunu tekrar düşünmemizi ve hatırlamamızı sağlıyor.
Serginin sonunda ise herkesin yazıp çizebileceği bir kara tahtamız var. Düşündükleri herhangi bir şey olabilir, içlerinden gelen herhangi bir karalama olabilir, orayı özgür bırakmak istedik. Açtığımız günden beri müthiş rağbet gören bir bölüm oldu, yazmadan geçen görmüyorum. Yer açılsın diye her hafta fotoğraflayıp siliyoruz. Genelde konjonktüre dair gündelik yazılar oluyor. Kimi sevdiklerini yazıyor. Önemli olan herkesin kendini ifade edebilmesi…
"Hiçbir mimar böyle bir şeye destek olmak istemez"
Eğitim yapıları devlet politikasıyla, ideolojisiyle doğrudan ilişkili bir tipoloji. Son dönemde açılan MEB Eğitim Kampüsleri yarışması da bu durumun en güncel örneği. Eğitimci bir mimar olarak bu konudaki görüşlerinizi alabilir miyiz?
Kesinlikle, şu an geldiğimiz aşama, Milli Eğitim Bakanlığı'nın projeleri tip projeler üzerinden üretmek yerine, mimari yarışmalar düzenleyerek, mimarların tasarladığı yapıların gerçekleştirilmesi düşüncesine varmış olması. Bu bir bakıma olumlu bir gelişme ama bu yapılarla ne yapılıyor diye baktığımızda, 5-10 bin kişilik yerleşkeler olduğunu görüyoruz. O zaman biz neye hizmet veriyoruz? Bence çocukların tamamen aynılaştırılacağı, gerçek hayattan, hatta neredeyse ailelerinden kopartılacağı bir eğitim modeline destek vermeye başlıyoruz. Peki bu istediğimiz bir şey mi? Hiçbir mimar aslen böyle bir şeye destek olmayı istemez. MEB Yarışmaları konusundaki heyecanın, yapının tasarlanma imkanını ortaya çıkarmış olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Doğru yöntem ise, mimarların pedagoglarla, eğitimcilerle, bu işe ciddi olarak yatırım yapmış ve bu konuda eğitim görmüş kişilerle bir araya gelip, bu ortamlar nasıl olmalı diye hep birlikte çalışması.
Sergide öğrencilerin ve çırakların anlatıcı olarak yer aldığı kareler var. Ziyaretçilerin, özellikle de öğrenci olanların, neleri görmesini hedeflediniz?
Bütün fotoğraf atölyelerinde öğrencilerden bir günlerini fotoğraflamalarını istedik. Saat kaçta kalkıyorlar? Okula yürüyerek mi gidiyorlar, otobüse mi biniyorlar, servisle ya da arabayla mı götürülüyorlar? Okula vardıkları zaman ilk adım attıkları yerde ne görüyorlar, nasıl karşılanıyorlar? Sınıflara girdiklerinde ne tür mekanlarda bulunuyorlar? Biliyorsunuz Türkiye'de çocuklar zamanlarının büyük kısmını okulda geçiriyorlar. Biz de bu zamanı nasıl geçirdiklerini, ne tür ortamlarda bulunduklarını, nasıl çalıştıklarını, teneffüslerde neler yaptıklarını, ne yaparken mutlu olduklarını, okul sonrasında nasıl vakit geçirdiklerini öğrenmek istedik.
Sergi alanına girdiğiniz zaman sol tarafta 'varolan durum', 'gerçeklik duvarı' veya 'bir gün duvarı' diye adlandırdığımız kara tahta çalışmamız sizi karşılıyor. Bunun 3 temel bölümü var; kişiler, mekan ve okul sonrası. Kişiler, her bir bireyin ne kadar değerli olduğunu, ne tür potansiyellere sahip olabileceğini söylemek adına oluşturuldu. Buradaki bütün kareler, çocukların kendi çektikleri fotoğraflar. İlk hedefimiz, sergiye gelen çocukların bu çalışmayı görüp, "bunu da bizim gibi birileri yapmış, biz de yapabiliriz" demelerini sağlamak, o cesareti vermeye çalışmaktı. İkinci olarak, herkesin hayatındaki ortak yanları bazı noktalarından çekip önlerine koymak istedik. Tıpkı insanın kendini aynada görmesi gibi. Mesela çalar saatin ziliyle birlikte "hadi kızım/oğlum kalk" sesinin duyulmaya başlaması... İzleyene, "Evet ya, bizde de böyle. Ama dur, niye 6'da kalkıyoruz ki acaba?" gibi sorular sordurmayı amaçladık. Çünkü bir şeyin içindeyken o size çok normal bir durum gibi gelir, yaşayıp gidersiniz ama dışarıdan baktığınız zaman sorunu fark etmeniz daha kolay olur. Bizim de öyle bir niyetimiz vardı.
"İşe karamsarlık yerine neşe kattık, çünkü çocuklar her koşulda mutlu olmayı biliyor"
Bu üretimin ortaya çıkması için gerçekleştirilen fotoğraf atölyelerinde nasıl bir yol izlediniz?
Fotoğraf atölyeleri oldukça yaygın bir alanda yapıldı. Kağıthane bölgesindeki 18 devlet okulu, Ütopya Özel Okulu, Vefa Lisesi, Şişhane ve Kapalıçarşı'daki atölyeler projeye dahil edildi. Bütün Türkiye'ye yayılma gibi bir projemiz vardı ama maalesef İstanbul'la sınırlı kaldık. Fotoğrafı kamuya sunmak legal anlamda zorlu bir konu, çok sayıda yazılı izin almanız lazım. En azından bir kesimi gösterebilmek adına bunu başka bir sefere erteledik. Tabii büyük resmi gösterebilmeyi çok isterdik çünkü orada da farklı koşullar söz konusu. Doğuya, daha kırsal yörelere gittiğiniz zaman çocukların pek çoğu kenttekiler kadar şanslı değil. Bu sergiyi bunun farkında olarak hazırladık.
Amacımız, öğrencilerin her gün yaşadığı rutini, "vah vah, tüh tüh" gibi karamsar bir bakış açısı yerine, işin içine biraz neşe katarak gözler önüne sermekti. Çünkü iyi olan bir sürü şey de var. Önümüze gelen fotolarda çocuklar hep çok mutlu. Evet bazen yorgunlar, köşelerde uyuyorlar ama genellikle çocukluğun o neşesi pek kaybolmuyor. Aslında bizim görevimiz o neşeyi artıracak bir eğitim modeli ve ortamı kurgulayabilmek.
Varolan durum üzerinden neleri hayal ediyoruz? Herkesin potansiyelini açığa çıkarabilecek ortamların kurulması için ne yapmak gerekir? Herhangi birinin kafasında oluşacak bir soru veya ertesi gün okula gelip bir şey sormaları, söylemeleri, ufacık bir harekete geçmeleri bile bütünde bir sürü şeyi değiştirme gücüne sahip. Buradan çıkan biri çocuk okuluna gidip "Hocam daha çok spor yapsak" dese bile bir şeylerin bir yerlerde ufak ufak değişeceğine inanıyorum. Elbette zaman alacak, elbette her şeyin belli koşulları var ama önemli olan o soruyu açabilmek, bunun üzerine düşündürmeye başlamak. Varolan durum görüldüğü zaman bu soruların yavaş yavaş ortaya çıkacağını düşünüyorum.
"Kuzey Avrupa'daki okullarda en önemli fark, organizasyon"
Sergi hazırlıkları sırasında Kuzey Avrupa ülkelerine gidip, Finlandiya ve Danimarka'daki okulları gezme imkanım oldu. 2010 yılında Cer Modern'de "Dünyanın En İyi Okulu – Yirmibirinci Yüzyıl Finlandiya'sından Yedi Okul" adlı bir sergi açılmıştı. O sergideki okulların hepsini birebir görme fırsatım oldu. Ayrıca Danimarka'daki örnekleri de inceledim. Finlandiya, eğitim sistemi ve yapıları anlamında dünyanın en iyisi olarak kabul edilen ülke.
Oradaki en temel gözlemlerimden birisi, organizasyon farkıydı. Herkes mahallesindeki okula yürüyerek gidebiliyor, müthiş medeni ve yaşanabilir ortamlarda eğitim görüyor ve eğitim süreleri 3-4 saati aşmıyor. 1A, 1B gibi sınıflar yerine biyoloji, matematik, dil, sanat gibi derslere özel derslikler kullanılıyor. Ve bu derslik dediğimiz mekanlar inanılmaz şeffaf. Camlardan içeride ne yapıldığını her an görebiliyorsunuz. Onun dışındaki bütün mekanlar (oturup çalışma, dinlenme, oyun mekanları vs) çocuklara ait. Daha da önemli bir fark ise, bu dersliklerden bir kısmını atölyelerin oluşturması. Ahşap, metal, elektronik devre, yemek pişirme, dikiş dikme gibi çok çeşitli atölyelere sahipler.
Bu çocuğun kendini tanıması için de önemli bir fırsat...
Kesinlikle ve zorunlu müfredata dahil, ilkokuldaki bir çocuğun görmesi gereken dersler. Eskiden bizde de 'ev ekonomisi' gibi birtakım dersler vardı ama sonra kaldırıldı. Bu bir yandan da kişinin ilgi alanını keşfetmesini sağlıyor. Belki terzi veya stilist olacak, oyuncak tasarlayacak, ahşapla mobilya yapacak. Çocuk sahibi olunca çocukların aslında belli bir karakterle doğduğunu görüyorsunuz ki ben mimarlık eğitimi veren biri olarak buna pek inanmazdım. Önemli olan bunun mekansal karşılığını en özgürleştirici şekilde, çocuğun en rahat kullanabileceği şekilde sunabilmek. Bunun ötesi müfredatın nasıl ele alındığı, çocukların kullanmak istedikleri mekanlarda nasıl daha mutlu olabileceklerini sağlamak ile ilgili... Ziyaret ettiğim ülkelerde öğrenciler grup olarak çalışıyor, sorular üzerinde araştırmalar yapıyorlardı. Tabi bu tür örnekler artık Türkiye'de de var. Hatta bireye yönelik özel eğitimlerin uygulandığı 'Primary Years Programme' (PYP) adlı bir program söz konusu. Ama gördüğüm kadarıyla pek de başarılı bir şekilde uygulanmıyor. Sonuçta bir müfredat içinde her öğrenci bir şekilde sınıfı geçiyor.
Peki bu serginin en vurucu noktası sizce nedir?
Serginin belki de en vurucu noktalarından birisi, eğitim ortamlarının mevcut durumunu içeriden fotoğraflarla anlatması. Öğrencilerin çektikleri fotoğrafların yanında -eğitim dediğimiz şey sadece okulla sınırlı olmadığı için- zanaat atölyelerine ait kareler de var. Çünkü usta-çırak ilişkisi, bir şeyi yaparak öğrenme, kişinin eğitimiyle ilgili çok temel bir parça. Dolayısıyla atölyelerin sadece belli bir ilgisi olan ya da belli bir başarı gösteren çocukların meslek edinme yolu gibi görülmemesi lazım.
Çocuklarınız sergiyi gezdikten sonra neler hissetti?
Oğlum 5, kızım 9 yaşında. Sergideki 'Bir gün duvarı'nda boş bir defter var. Üzerine çocukların gerçek karalamaları yansıtılıyor. Kendi defterlerini nasıl kullandıklarına dair projeksiyonlar. Kullanmak isterlerse diye Lal ve Vaha'nın defterinden de birşeyler vermiştim malzeme olarak. Sağolsunlar kullanmışlar. Çocuklar da tabii benimki ne zaman çıkacak diye merakla onlara baktılar. Duvarı karaladılar, okullardan ve atölyelerden sesleri kaydettiğimiz slider'la oynadılar. Tabii interaktif duvar çok ilgilerini çekiyor, o nasıl oynuyor diye ona baktılar. Geçici Kütüphane'nin köpükleriyle oynadılar, onları farklı farklı dizdiler. Yani her sergide olduğu gibi herkesi yakalayan farklı parçalar var.
* * *
"Farklı bir müfredat değişik bir okul yapabilir"
İdil Hanım siz bu projeye nasıl dahil oldunuz?
İdil Üçer Karababa: Daha önce eğitim yapılarıyla doğrudan alakam yoktu. Şebnem (Yalınay Çinici) ile Bilgi Mimarlık'ta birlikte çalışıyoruz. Serginin küratörü olarak seçildiğinde bizi de bu işe dahil etmek istedi. Çünkü biz Mimarlık Bölümü birinci sınıf hocasıyız. Dolayısıyla eğitim ve yaparak öğrenme meselesi bizi çok yakından ilgilendiriyor. Çünkü çocuklar bize hep kafalarında "bu böyle olur, şu şöyle olur" kalıbıyla geliyorlar. Biz o sürecin tam başında olduğumuz için zaten "bunlar niye böyle geliyorlar, nasıl kafalarını açabiliriz, nasıl yaparak öğrenmeyi öğretebiliriz" diye sürekli düşünen insanlarız. Dolayısıyla Şebnem, bu sergiyi kurarken de bizim yardımımızı aldı. Normalden çok daha büyük bir gruptuk. Hep beraber çalıştık, bir sürü toplantı yaptık. O toplantılarda bunu hem paylaşarak yürüttük, nasıl olabileceğine dair konuştuk. dolayısıyla bizim yapım süreci de enteresan bir süreçti. Birtakım sanatçılara işi verdim, onlar yaptı gibi olmadı. Hep beraber tartışarak düşünerek yaptığımız bir şey oldu. Sonunda da beraber çıkardığımız bir şey oldu. O yüzden bence o süreç de enteresandı. Bizim için de bir eğitim süreci gibi geldi bana. Atölye süreci gibi, değişik oldu.
'Hayallerden Gerçeklere' derken, insanları gerçekler üzerinden düşünmeye ve hayal kurmaya çağırıyorsunuz. Tabi sergiye gelene kadar eğitim sistemimiz üzerine bir araştırma faslınız oldu. Bu süreçteki gözlemlerinizi paylaşabilir misiniz?
Eğitimle ilgili sergi yapmak büyük bir sorumluluk. O yüzden bunun sadece bir mimarlık sergisi olmayacağı en başından belliydi. Benim çocuğum yok ama küratörümüz Şebnem'in çocukları var ve o birebir bu işin içinde. Sergi yapımında yer alanların çoğunun da çocukları var. Dolayısıyla eğitimin ne kadar tek taraflı, yukarıdan dikte edilen bir şey olduğunu ve bunun yapıların karakterine de yansıdığını düşünüyorduk en başta. Fakat kendi düşündüklerimizi bir kenara koyup çocuklara fotoğraf çektirttik. Onların ne gördüklerini görmek istedik aslında. Yani "hayallerden gerçeklere" meselesi öyle başladı. Acaba çocuklar gerçekler üzerinden nasıl hayaller kuruyorlar? Kuruyorlar mı, kurmuyorlar mı, anlamak istedik. Biz bir sürü hayal kuruyoruz ama onlar bütün bunun içerisinde acaba ne yapıyorlar?
Peki fotoğraf çekecek çocukların dağılımını nasıl belirlediniz?
Araştırma yapmak için çok fazla vaktimiz yoktu. Bir noktada Türkiye'nin her yerinden okullarla iletişime geçmek istedik fakat sonra bir şekilde geriye ulaşabildiğimiz yerler kaldı. Kağıthane'de ilköğretim, ortaöğretim ve lise düzeyinde eğitim veren bir sürü devlet okulu projeye dahil oldu. Onun dışında bir özel okul, bir de Vefa Lisesi katıldı. Vefa bizim için çok mühim bir yerdi çünkü hem tarihi bir okul ve hem de değişik bir lise. Daha fazla yayılamadık çünkü sergiyi kısıtlı sayıda insanla hazırladık. Zaten yayılsaydık da çok fazla bir değişiklik olamayacaktı çünkü Kağıthane'deki ilköğretim okullarından inanılmaz fazla veri çıktı. Mesela ben hepsinin aynı olacağını düşünüyordum ama garip bir şekilde değişik mahallelerde değişik şeyler oluyor, yeni okullar yapılıyor, eskileri devam ediyor. Bazılarının çok fazla, bazılarının daha az imkanı var.
Eğitimin yapısı süper lise, teknik lise vb. türlere göre de değişiyordur herhalde?
Hepsi aynı eğitimi alıyorlar. Teknik lise yerine, zanaat atölyelerine gitmeyi tercih ettik. Orada enformel eğitim alan çocukların işi nasıl öğrendikleri inceledik. Atölyeleri sergiye dahil etmemizin asıl nedeni, hocanın anlatıp öğrencinin dinlediği tek taraflı eğitim sistemine bunun nasıl bir alternatif oluşturabileceğini ortaya koymaktı. Sergi kapsamında Doğu Avrupa okullarına da bir gezi düzenlendi. Sergi alanına girdiğinizde, sağ tarafta çocukların hayallerini anlattıkları bir mozaik var. Onun hemen arkasında da Doğu Avrupa'daki okullardan kareler içeren başka bir mozaik görüyorsunuz. Şebnem Hanım'ın o mozaiğe de yansıttığı temel gözlemi, oradaki okulların tamamen ortak alan gibi tasarlanmış olması ve şeffaflıkları idi. Bizdeki gibi sınıf kapısını çektin mi içeride ne olup ne bittiğini görememe sendromu yok. Daha çok yaparak öğreniyorlar, okulun içinde bir sürü atölye var. Dolayısıyla b, o alternatif müfredatın nasıl bir mekan yaratabileceğine dair bir fikir aslında. Zaten biz de hep bu fikirden yola çıkmaya çalıştık; Farklı bir müfredat değişik bir okul yapabilir diye düşündük.
"Hayallerden Gerçekler - Eğitim Üzerine Projeksiyonlar" sergisi, 1 Haziran 2014 tarihine kadar İstanbul Modern'de izlenebilir.