Simlâ Sunay'ın kaleme aldığı Sanat Mevsimi Yazıları, 15. İstanbul Bienali değerlendirmesiyle devam ediyor. Yazısında, “İyi Bir Komşu” konu başlığının Türkiye gibi bir ülkede aşırı politik ve güncele bağlı olma baskısı yarattığından söz açan Sunay, içinde bulunduğumuz coğrafyanın gündemine sıkışmış bu ana yönle; bir anlamda sanatçıların özgür üretimlerinin engellendiğinin, ziyaretçilerinse daha genişlikçi, evrensel ve zamansız bir fikre ulaşmalarının yolunun tıkandığının altını çiziyor.
Pedro Gómez-Egaña / “Eşyaların Etki Alanı”
“İyilik ve kötülük kaygandır.” Nazım Hikmet
İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın düzenlediği İstanbul Bienalleri on beş yıldır artan bir ivmeyle şehrin en önemli sanat hareketlerinden biri hiç şüphesiz. Ücretsiz hale gelmesi ziyareti çoğalttı, girişteki barkod uygulamasıyla sanatseverler kayıt altına alındı. Yani şehrin sanat tüketen nüfusu da bir nevi sayımdan geçti. ‘Yeni sanat’, şehre dağılmış farklı açık ve kapalı mekânlarda sergi imkânı bulurken şehrin kültürel kullanım olanaklarını da her keresinde sınavdan geçirdi. İyi Bir Komşu konu başlığı, Türkiye gibi bir ülkede elbette epey politik ve güncele bağlı olma baskısı yaratmış olmalı, bu anlamda özgür bir üretim olduğundan şüpheliyim. Doğu ve Anadolu kültüründe ‘değerli’ bir ilişki tanımı olan komşuluk kavramı, çağrılan sanatçılarda; Suriye ve göçmenlik meselesi, ırkçılık, cinsiyetçilik, bireyin yalnızlığı, evin tanımı, doğadan uzaklaşma, kamusal alan sorgusu içeren ve daha çok yaşama mekânlarına eleştirel yaklaşan, niceliksel olaraksa az eserle işlenmişti. Bana kalırsa birkaç eser dışında genel itibariyle zayıf ve sönüktü. Yani ne kadar ‘yeni’ydi, ne kadar farklı bir bakışa eşlik ediyordu, yoksa tuhaf, büyük bir tekrarı mı estetize ediyordu, tartışmak gerek.
İmgenin Ölümü
Yeni sanat nedir, çerçevelemek zor; imgenin öne çıkışı, sanat türleri arasında sınırların kalkması, multi-disipliner teknikler, fikrin emeği solladığı ve gösteri odaklı sunuş diline mâlik, çağına paralel, bir çırpıda tükettiğimiz, hafızamızda tutunamayan, bir duyumuza değil beş duyumuza hitap etme yarışındaki sanat geliyor benim aklıma (Lungiswa Gqunta / “Çimen 1”). En azından kişisel tüketim biçimim böyle. Bugüne dek on beş bienal arasında, bir tekrar ve bir ortak dil olduğunu, artık daha az şaşırdığımı fark ettim. Küratörleri ve teması her keresinde değişse de bu aynı şeye bakma hissi, körleşme duygusu beni bu sene epey rahatsız etti. Alejandro Almanza Pereda’nın “Boşluk Korkusu” ve Alper Aydın’ın “D8M” eserlerine baktığımda işittiğim şey imgenin artık öleyazdığıydı. Bu iki eser hiçbir kapı açmıyordu bana. Ve enstalasyonun türsel bir tehlike sebebiyle giderek imgeyi nasıl çürütebileceğini düşünmeye başladım. Bir keşif olmadığında fikrin nasıl aymadığını ve elbette emeğin kendini nasıl ele verdiğini de.
Küratörler, 1995 yılından bu yana Kopenhag’da birlikte çalışan İskandinav sanatçı ikilisi Elmgreen & Dragset’in çalışmaları, yerleştirme, heykel, performans ve tiyatro dâhil pek çok sanat türüne uzanıyor. İkili, günümüzün kamusal alan kavramı üzerine yeni bir diyalog başlatmak amacıyla 2013’te, Münih kentinin tümüne yayılmak üzere, “A Space Called Public” (Kamusal Denilen Bir Alan) adını taşıyan geniş kapsamlı, geçici bir kamusal sanat projesi yürütmüştü. (1) Sunuş yazılarını okuduğumda fark ettim ki, Avrupa’dan Türkiye’ye bakış egemenliğinden kaçamamışlardı. Türkiye’de ‘yeni sanat’ coğrafi-politik unsurların mahkûmiyetine kolayca girmiş görünüyor ne yazık ki. Dolayısıyla, “İyi Bir Komşu” konu başlığı yerli katılımcı sanatçılar için bir tür ‘fıtrat’ görevi görmüş. Gündelik politika etkisi komşuluk kavramının özüne inilmesine engel olmuş.
Sema Kaygusuz’un henüz sergi açılmadan bienalin konu başlığı üzerine kaleme aldığı yazısında yer alan ifadelerine katılıyorum: “Göğün göğsünden çatı altına çekildiğimizden beri şunun şurasında birkaç bin yıldır altlı üstlü sağlı sollu bitişmişiz. Açık söyleyeyim fazla aceleci, aşırı pratik buluyorum ‘iyi bir komşu’ tümcesini.” Aşırı politik olma durumu; küratörlerin sunuş yazılarında değindikleri; İstanbul’daki kentsel değişim, kronik sanat çoraklığı ve bolca gazeteci tutuklayan Türkiye’nin sosyo-kültürel durumu ve bireyin politika ürettiğine dair tespitler nedeniyle hayli hissediliyordu.
Ayrıca, “Biz sanatçılar genellikle kent mekânlarımızdaki geleneksel işaretleri ve kontrol mekanizmalarını sonuna kadar tüketmeye çalışırız: Kuralları eğip bükeriz, mevcut olana güzellik katarız, yerleşmiş olanı sorgulamaya açarız” gibi ifadelerle sanatçıyı tarif etme çabalarını da bir bienal sunuş metni için yersiz bulduğumu belirtmek isterim. Sanatçı mevcut olana güzellik katar mı? Ciddi bir argüman…
Bu anlamda ziyaretçilerin, Türkiye’nin gündemine sıkışmış bu ana yönle; genişlikçi, evrensel ve zamansız bir fikre ulaşmalarının yolu tıkanmış bana göre. İnternet çağında zaten gördüğünün, bildiğinin, kendinin de itiraz ettiğinin bir tekrarı ile yüz yüze kalakalmış izleyen. İstanbul betonlaştı evet, so what? Yeni kavramsal sanat başka ‘ne’ söyleyebilecek bize? “Ne anlattığın değil, nasıl anlattığın önemli” diyen bu ‘yeni sanat’ benim için artık ispirto kadar uçucu. Oysa gerçekten neyi anlatıyor bir sanatçı, imge bir kalkan değilse, benim bakmadığım neye bakıyor? Özne kim? Özne bir izleyen olarak ben miyim?
Küratörlerin, sanat eserinin sanatçının özgeçmişiyle daha etkin bir varlık gösterebileceğine dair ifadeleri şöyle: “Sanatçılar da genellikle hikâye anlatırlar, ama bunu resim, heykel, enstalasyon, film, ses, asamblaj, performans biçiminde ya da eylemler aracılığıyla yaparlar. Sanatçıların itici gücü, başlangıç noktası, kılavuzu ve malzemesi hep kişisel biyografileridir. Bir sanatçının yapıtı kendi geçmişi ışığında daha iyi anlaşılır ve sanatçı kuşaklarının gösterdiği gibi, kişisel olan politikleşebilir.” Sanatçının geçmişi deniyor, sanatçının sanat geçmişi değil. Eser-sanatçı seçim prosedürünü sunuş metninde bir tür manifesto olarak almamız gerekiyor sanırım. Bir şeyin ‘iyi’ olduğunu anlamak için onun geçmişine bakmalıyız demek istemediler diye umuyorum. İyilik değişken değil mi? Nazım’a göre öyle, iyilik de kötülük de hayli kaygan, yüzyıldan yüzyıla değişir. İyiliğe, dolayısıyla çok öznel bir bakış olan iyimserliğe nasıl güveneceğiz? Sanat bize reklam yazarları gibi, iyimser ol sloganı atmayacak değil mi? Ve yeni sanatla kendisini performe eden sanatçı mı yoksa o kayıp özne?
Andrea Joyce Heimer
Buradan Fırat Arapoğlu’nun sorularına bağlanmak istiyorum: “Birincisi, bienalin çeşitli lokasyonlarda billboardlarda komşuluğa dair aforizmaları göstererek, reklam ve sanatın dilini yakınlaştırmasının gerçekten etkili bir uygulama olup, olmayacağı üzerine idi. Yani, billboardların bireye üstten bakan ve dikte eden formu ve dilinin kullanımının, sanatsal açıdan nasıl bir algıya yol açacağı üzerineydi. İkincisi ise, bienali düzenleyen Ezcacıbaşı ve Koç Holding’in aynı zamanda ülkenin birçok yerinde gayrimenkul yatırımlarının olmaları ve inşaat sektörünü de kapsamaları ile zaten komşuluk temasını yok eden projelerin parçaları olma refleksleri üzerineydi. Böylece sanatın dilinin kurulmasını sağlayan bu sponsorlar, bizatihi bienalin gündeme getirerek, üzerine tartışılmasını arzu ettiği “komşuluk” temasının zaten altını oyma riskini taşımıyorlar mıydı?” (2) Kendimce cevaplamak isterim, birincisi, zaten ‘iyimserlik’ kavramı üzerinden bir reklam dili sunuş metninden de hissediliyordu. İkinci soruya ise sanat-sermaye ilişkisi üzerinden çok uzun bir cevap yazılabilir. Evet, Eczacıbaşı kentsel dönüşümün ana malzeme tedarikçilerinden. Kentsel dönüşüm dediğimiz şey komşuluğun evet altını oyuyor. Sanat destekçilerine duyduğumuz minnetten bunu ayırmamız gerekiyor. Dev aynasına birlikte çıkmak gerekiyor. Bu anlamda yapısal olarak bir çelişki olduğuna katılıyorum.
Latifa Echakhch / “Silinen Kalabalık”
Bienalde özne tümden kayıp değildi, özellikle sergilendiği yerde üretilmiş işler güçlü anlam ihtiva ediyordu. En çok etkilendiğim Latifa Echakhch’nin “Silinen Kalabalık” adlı eseri oldu, sanırım yeni bir imge doğurduğu için. Sıva, sıvamak, kapatmak, silmek ve kazımak, tekrar sıvamak gibi eylemler üzerinden kentsel değişim dayatmasını çok iyi aktarabildiği için. Hem temayı, hem İstanbul’u hem de yeni bir dili, özneyi gizlemeden birleştirmesinden… Pedro Gómez-Egaña’nın, “Eşyaların Etki Alanı” adlı yerleştirmesinde öne sürdüğü yeraltı-yerüstü ikilemiyle, sınıflar arası ilişkilere değindiğini, İstanbul’da varoşlara komşu lüks siteleri anımsattığını bile iddia edebilirim. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Bilinçaltını mekânlaştırdığı için… Ressam Andrea Joyce Heimer ise temayla doğrudan ilişki kuran özgün resimlerinin yanına el yazısıyla yazılan, biyografik alt metinleriyle izleyeni başka bir inandırıcılığa taşıyordu. Hikâyeye herkes inanır. Komşuluk kavramına itirafçı yaşam öyküsünü ekleyerek bizi bir izleyen olmaktan çıkarıp ‘tanık’ haline getirdiği için, bir sanatçı olarak özne oluşunu somutlaştırdığı için… Volkan Aslan’ın “Evim Evim Güzel Evim” adlı videosunu iki kadın özne üzerinde yakınlık-uzaklık sorgulamasından ötürü değerli buldum.
Volkan Aslan / ‘Evim Evim Güzel Evim’
“İyi bir komşu, komşu bir ülkeden midir?”
Murat Uyurkulak, bienali ele aldığı yazısında “Apartmanın önünde, yanında iki küçük çocuğuyla dilenen Suriyeli kadının karşısına dikilip, parmağını sallaya sallaya, ‘Sizi kim buraya getirdiyse gidip ondan para iste!’ diye bağıran şahsı da anlatmak var...”(3) diyor. Eserlerin çoğunun çağın en büyük derdi göçmenliği merkeze aldığını da düşünürsek.
Sema Kaygusuz ise, “İyi komşu faraziyesi son derece kişiseldir ve yalnızca eşitlerle denkler arasında gelişir. Su boruları patlayınca akit birdenbire bozuluverir ama. Çünkü komşuluk yasalar üretirken çoktandır komşulanmış olmanın zorunluluğuyla sahte bir gönüllülük içerir. Keşke mesele çiçekleri sulamak, çocuklara iki saat göz kulak olmakla kalsaydı ya da keşke sadece öyle kalsaydı. Oysa tarihten biliyoruz ki önce komşu ihbar eder, komşu yağmalar, komşu haset eder, komşu tecavüz eder… En iyi komşu eşit komşudur. Benzer gelir grubundan benzer mülkiyet ilişkileri kurmuş, eşit sayıda odaları, eşit büyüklükteki balkonları olanlar birbirleriyle iyi komşu olurlar. Kapılar sonuna kadar açık, yedek anahtarlar ortalıktadır. Hiyerarşi, tahakküm, fazladan saygınlık, kıyas, alttan alma gibi hallere meydan vermeyen, barışmak üzere küsebilen ideal komşuluklardır onlarınki” ifadesine yer veriyor “Gözün Kayıp Oyuğu” adlı yazısında. (4)
“Ev alma, komşu al” diyen bir toplumda, komşuluk geleneksel bir olgu. Kırsalda akraba komşu, kentte memleketine göre itibar görecek bir yabancı. Elâlem denen şeyin ta kendisi. Âdet ve töreye dâhil. Peki, komşuluk yapı üretimi için ne ifade ediyor? En kolay vazgeçilen şey! Fikirtepe komşuluğun ezilip geçildiği son İstanbul semti. Sulukule’deki Romanlar yaşam alanlarından Taşoluk’a taşınmak istendi, toplu olarak. Kimi gitti kimi gitmedi. Bölündüler, ayrıldılar. Bazıları hatta şehrin başka bir kenarında yeniden gecekondulaştı. Sulukule’nin yenilenmesi Sulukuleli'ye yaramadı. Oraya yeni insanların gelmesi hedefleniyordu. Muhafazakâr olduğunu iddia eden iktidarın kentsel dönüşüm politikasıyla yok saydığı bir kavram komşuluk. Oysa camilerin sayısını komşuların nüfusu belirliyor. Komşu ‘cemaat’ sözcüğüne eviriliyor. Komşu sözcüğü ülkemizde geleneksel sosyolojik davranış içinde değer bulsa da günümüzde modern kalıyor.
İstanbul’da çokkültürlü yaşayan mahalle dokusunda Ermeni, Rum komşuluğu devrini ‘memleketlim’ komşuluğu aldı. Evet, ‘akrabalık’ bienalde komşuluk kavramı içinde hiç ele alınmamış (gördüğüm kadarıyla) ama bugün Boğaz köylerinin çoğunda Karadenizli akrabalarıyla bir apartmanda ya da sokakta oturan soyadı aynı komşular var. Kaçak yapılaşmayla konut sahibi olabilen, geleneğini, töresini şehrin içinde sürdürebilen, ineği, tavuğu ve takasıyla neredeyse tüm bölgeyi İstanbul’a getiren bir sosyal doku (inek ve tavuk yasaklandı sonra). Kırsalda akraba olan kentte komşu olmuş. Bu öyle bir komşuluk ki; iş, ev, tam bir yaşam sunuyor kırsaldan göç edecek olana. Gelen diğerini çağırıyor. Bir betonarme apartman bir diğerinin yanına yapılıyor. Bu mahallelerden bugünün büyük müteahhitleri yetişti/yetişiyor. Asla birbirlerinin kaçak katlarını ihbar etmiyorlar, çünkü akrabalar. Kentin ya da doğanın yararına şikâyet etmeyi akıllarından bile geçirmiyorlar. Böylece onların komşulaşması Boğaz’da asla belirlenemeyen bir yıkımın; ahşap evlerin (çoğu Rumlardan kalma) yok olmasına sebep oldu. Bugün adına ihanet de denebilir, görünen, taşlaşmış bir komşuluk ağı apaçık görünüyor. Hatta İstanbul’un en kalın kabuğu bu.
Ben de bienalin listelediği 40 sorunun ardından sormak istiyorum: “En iyi komşu, akraban olan mıdır?”
Yeni sanatın elinde komşuluk, eleştiriye maruz kalmışsa da hâlâ yabancı bir kelime. Bu kavram heykel ölçeğini mimari ölçeğe taşımış, enstalasyonların çoğunda mimarlık bir anlatım aracı haline gelmiş. Ev ve kamusal mekân da eleştirilerden nasibini almış. Bienal önsözünün epigrafı Torston Hägerstrand’dan: “Ancak komşu olmayı başarabilen gerçek anlamda hayatta kalabilir”. Doğru, Maraş’ta komşu olamayanlar katledildi. 6-7 Eylül Olayları’nda yuvalarından edildi. Şimdi artık, permakültür köylerinde önce komşusunu seçip sonra yaşam alanını yeniden, doğa içine kuran yeni bir nesil var. Şimdi doğayı komşu isteyen yeni bir yaşam biçimi doğuyor. Seinfeld dizisinin bize New York’tan anlattığı aileden öte bir komşuluk hayali İstanbul’da çok zor görünüyor.
Herkesin komşu olduğu biri muhtar ve malum muhtar da merkeze komşu. Dolayısıyla bir tür miselyum artık komşuluk. Toprağın altında, mantardan mantara örülen binlerce ağ… Ve hiç kimse yalnız değil, öldürülmeyecek kadar.
Dipnotlar:
(1) İKSV
(2) http://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/iyi-bir-komsu-216823
(3) http://t24.com.tr/yazarlar/komsu/sislide-bir-apartiman,17877
(4) http://t24.com.tr/yazarlar/komsu/gozun-kayip-oyugu,17163