Eleştirinin Önlenemez Zorunluluğu

08 Eylül 2018

Hangi ödüllerle donanmış olursa olsun, kötü bir romanı bitirmeden bırakır, kitaplığınızda, gözünüze pek ilişmeyecek bir yere yerleştirirsiniz. Kitaplığınız istiap haddini doldurduğunda, doğal olarak ilk eleyeceğiniz kitaplar arasında bu roman yer alır. Kötü bir film için de durum farklı değildir, hemen unutmak istersiniz, bir daha da aklınıza gelmez. Ama mimarlık öyle mi? Kentin görünür bir yerinde ise, hele bir de sizin yaşantı mekânlarınız arasında yer alıyorsa, o yapıdan kurtulamazsınız. Buna bir de, o yapının aldığı ödüllerle birlikte, mimarlık ortamında “statü” sahibi kişilerin övgü yazıları eklenirse durum daha dayanılmaz bir hal alır. Aslında o yapıyı deneyimleyen pek çok kişi, ödüllerle, övgü yazılarıyla aynı düşüncede değildir, ne var ki günümüzün güçlü “halkla ilişkiler” saldırısı karşısında bu düşüncelerin duyulmasına olanak yoktur; kısacası artık “o yapı” üzerine bir şeyler söylemek zorunlu olur.

Bu yazının konusu o yapı: Yapı Kredi Kültür Sanat’ın (YKKS), Galatasaray’da, İstiklal Caddesi ile Yeni Çarşı Caddesi’nin kesiştiği noktada bulunan yeni binası. Yapı adasının köşesinde yer alan bina, bir yandan İstiklal Caddesi’ne cephe veriyor, bir yandan da zaman içinde küçük bir meydana dönüşmüş olan alana. Bina, geçen altmış yıl içinde burada yer almış üçüncü yapı. 20. yüzyıl başına ait fotoğraflarda, bu noktada tipik bir Pera yapısı görülüyor. 1958’de, bu binanın yerine, Alsace doğumlu Alman mimar Paul Schmitthenner’in yapısı inşa ediliyor. Paul Schmitthenner (1884-1972), Üçüncü Reich’ın önde gelen mimarlarından; İkinci Dünya Savaşı öncesi modernist mimarlara karşı durmuş, 1933’te Nasyonal Sosyalist Parti’ye katılmış. Savaştan sonra üniversitedeki görevinden uzaklaştırılmış ve yaşamını serbest mimar olarak sürdürmüş.

Paul Schmitthenner'in binası

Schmitthenner’in Galatasaray’daki binası, yapıldığı dönemin tavrını taşımaktan uzaktı, yani 1950’ler modernizminin örneklerinden biri değildi. Daha çok, 1930’ların İtalyan rasyonalizmini anımsatan bir mimari çizgi taşıyordu. İki cephesi portikoyla çevrili olan yapı, elli yılı aşan yaşam süresi içinde Galatasaray’ın kimlik veren öğeleri arasına katılmıştı. Gerek mimari niteliği, gerekse de kent belleğinin bir parçasına dönüşmüş olması, Schmitthenner’in yapısının korunmasını doğru bir karar kılabilirdi. Nitekim, bu yapı korunmamış olsa da cephelerden birinde eski arayüzün izinden gitme çabası, koruma düşüncesinin tasarımcıların zihnini meşgul ettiğini gösteriyor.

Paul Schmitthenner’in yapısı -daha doğru bir deyişle, yapının cadde ve meydana bakan arayüzleri- YKKS’ın yeni binasının tasarımcıları için çıkış noktasını oluşturuyor. Tüm mimariyi belirleyen ana karar, bu arayüzlerden meydana bakanı ortadan kaldırma, geride rampa-merdivenlerden oluşan yeni bir arayüz oluşturma olarak ortaya çıkıyor. Yeni arayüz geriye çekileceği için, bina sınırları içinde kamusal alana katılacak bir mekân –teorik olarak- yaratılmış oluyor. Bu çıkış kavramının nereye kadar uygulanabildiğini tartışmayı sonraya bırakarak şunu söylemek gerekir: Binanın programından, işlevinden, hatta yerinden bağımsız olarak verilen bu ön karar yapının ortaya çıkan tüm sorunlarının da doğurucusu. Günümüz mimarlığının –giderek tüm çağdaş sanatın- sıkça düştüğü tuzaklardan biri, çekici bir “buluş”un cazibesine kapılmaktır. İşte bu tuzağa düşmüş tipik vakalardan biriyle karşı karşıyayız.


Bu ön karar, öncelikle yapının yerini, yani bir yapı adasının “köşesinde” yer alma durumunu yok sayıyor. Böylece hem yapının yerle ilişkisi önemli bir oranda zayıflıyor, hem de tasarımı yönlendirebilecek, “yer”i hesaba katan bir yaklaşım fırsatı kaçırılmış oluyor. Bir an için yakalanan ana kavramın, yapı adasının köşesinde yer alma durumunu unutturacak denli parlak olduğunu varsayalım –ki ilk düşüncede belirli bir parlaklığın olduğunu kabul etmek gerekir; ne var ki bu kez de bu düşüncenin uygulanamadığını görüyoruz. İlk kavrama yapılan en önemli müdahale, geri çekilen –ama ilk taslaklarda olduğu kadar da geri çekilemeyen- arayüzün önüne, cam yüzeyden oluşan ve tümüyle kapalı yeni bir şeffaf arayüzün yerleştirilmesi oluyor. Böylece meydana açılmak istenen yapı yeniden içine kapanıyor. Geriye sadece, bitmek bilmeyen rampa-merdivenlerde umutsuz bir tırmanışı sürdüren ziyaretçilerin Galatasaray’ı seyretmesi kalıyor. Mimarlıkta verilen kimi yanlış kararları, kentsel yaşantı turnesol kağıdı gibi ortaya çıkartır, son günlerde meydanda gerçekleştirilen geçici bir düzenleme bu kapanma durumunun altını çizen bir uygulama olmuş: Meydanın cam cephe önünde yer alan ve cepheye bitişik olan kesimi polisin yerleştirdiği bariyerlerle kapalı bir alana dönüştürülmüş, böylece binanın cephesi kapatılmış meydan parçasına eklemlenmiş. Tabii buna olanak tanıyanın da cephenin kapalılığı olduğunu yinelemeye gerek yok. Başka bir deyişle, cepheyi kendi kapalı alanının sınırı olarak gören güvenlik güçleri, “cam” yüzeyi, geçirgen olmayan kapalı bir sağır duvar gibi değerlendirmiş. Evet, en doğrudan yanıtı kentin yaşantısı veriyor.

Yapıyı deneyimlememiş olanlar, “peki, bu açık ama kapalı merdiven mekânına nasıl giriliyor?” diye soracaklardır. Bu cephe kapatılmış olduğu için, zorunlu olarak, binanın asıl giriş cephesinden, yani İstiklal Caddesi’ne bakan cepheden giriliyor. Bu cephede, eski portikonun anısını sürdürme niyetiyle biçimlendirilmiş, caddeye kapılarla açılan, binanın farklı birimlerine girişlerin yer aldığı bir hol bulunuyor. Bir tür “narthex” çözümü. İşte anıtsal merdivenlerin yer aldığı mekâna girmek için önce bu narthex’e, oradan güvenlik odasına girmek gerekiyor. Başka bir deyişle, önce binaya “girmek”, sonra yarı açık mekâna “çıkıp” rampa-merdivenlerden tırmanmaya başlamak gerek… Yapının en hareketli, yaşama en çok katılan bölümü, ana kavramla biçimlendirilmiş, kendisini büyük bir tantanayla dışavuran bu merdivenli mekân değil, geri planda kalan ve doğrusu mekânsal bulanıklık taşıyan giriş holü (bulanıklık -yukarıda belirttiğim gibi- portikonun narthex’i andıran yarı kapalı çözümünden kaynaklanıyor). Giriş holü çok daha hareketli çünkü rampa-merdivenlerle sadece kullanımı sınırlı hacimlere ulaşılıyor –bunu ileride daha ayrıntılı ele alacağım.

YKKS binası üç ana bölümden oluşuyor: Ofisler, kitabevi ve müze/sergi/konferans mekânları. Programın en ağırlıklı kesimini oluşturan ofisler, binanın önemli bir alanını kaplıyor. Ofislerin büyük bir bölümünü kullanan Yapı Kredi Yayınları’nın YKKS’ın esas etkinlik bağlamını oluşturması bu ağırlığı getiriyor. Ne ki bu ağırlık mimari bütünde ifadesini bulmuyor. Yapının dışavurumunda ofis işlevinin neredeyse görünmez kılındığını söylemek yanlış olmasa gerek.

Binanın odak noktasında yer alan, tanımlanmış geometrisiyle planimetriye ilk yerleştirilen öğe olduğu rahatlıkla anlaşılabilen kitabevi için de aslında durum farklı değil. Ne var ki, doğrudan giriş holüne açılan konumu ve açık bir satış noktası olması, kitabevini daha görünür kılıyor. Kitabevi YKKS binasının en önemli bölümü. Binanın odak noktasındaki yeri ve asma katla birlikte iki katı bulan tavan yüksekliğinden gelen mekânsal etkisi, kitabevinin yapının programında taşıdığı ağırlığa denk düşüyor. Kitabevinin iç yerleşim düzeni için Han Tümertekin’in Robinson Crusoe Kitabevi model alınmış. Ancak, gerek aydınlatma düzeni, gerekse de kitaplara ulaşma kolaylığı açısından oldukça sorunlu bir yerleşim düzeni bu. Özellikle, yorucu aydınlatmanın bir kitabevine uygun olduğunu söylemek zor. Tüm duvar yüzeylerinin, işlevsellik düşünülmeden kitap raflarıyla kaplı olması ise kitabı nesneleştiriyor, mekâna yerleştirilmiş dekoratif öğeye dönüştürüyor. Ama bu durum, tasarımcıların mimarlığa yaklaşımlarını anlatan bir gösterge; rampa-merdivenlerin işleve bağlı olmayan zorunsuz konum ve biçimleri de aynı dekoratif tavrın bir sonucu.

Binanın üçüncü bölümünü ise daha ikincil işlevleri karşılayan, kullanımları, sınırlı zamanlar ve belirli programlar içinde gerçekleşen mekânlar oluşturuyor. Müze, iki kattan oluşan sergi salonu ve konferans mekânı, programın bu kesiminde yer alan işlev alanları. İşte asıl sorunlu alanlar da bu bölümde ortaya çıkıyor. Daha önce, kitabevinin, tanımlı ve kesin geometrisiyle yerini ilk bulan öğe olduğunu söylemiştim. Gerek kitabevinin konumu, gerekse de dördüncü katta aynı konumda yer alan konferans salonu ve ortak taşıyıcı sistemleri, müze ve sergi mekânlarının organizasyonunu alabildiğine zedeliyor. Kitabevinin çevresinde dolaşan bir koridora dönüşmüş müze mekânı, bir labirenti andıran, sergi izleme için gerekli mesafeleri sunamayan sergi hacimleri, benzer yapılarda pek ender görülen aksaklıklar… Oransız bir tavan yüksekliğine sahip konferans salonu için de durum farklı değil, bu kez “artık mekân” düşeyde çözüme katılmış.

İşte, meydana bakan rampa-merdivenler bu üçüncü bölümdeki mekânlara ulaşmak için kullanılıyor. Binanın alabildiğine büyük bir gösterişle kendini dışa vuran en iddialı kesimi, en az kullanılan mekânlara ulaşan sirkülasyon öğelerini içeriyor. Yine başlangıçtaki doğurucu kavramın yanlışlığıyla karşı karşıya geliyoruz. İlk düşünceye saplanıp kalmanın kaçınılmaz sonucu bu.

Rampa-merdivenlerin gösterişli “performans”ına karşın, bu bölümde sirkülasyonun sorunsuz olduğu da söylenemez. Tırmanışta ilk durak birinci kat, buradan müzeye giriliyor. İkinci kattaki durakta sergi salonunun alt katına ulaşılıyor. Bir sonraki durak olan üçüncü kat ise alabildiğine sorunlu, çünkü bu noktada yer alan sahanlıktan sergi salonunun üst katına girilemiyor. İki katta iki ayrı sergi olduğunda, üst kattaki sergiyi gezmek isteyenler ilk serginin içinden geçmek zorundalar. Son bir sergi açılışında, YKKS’ın üst düzey yöneticilerinin, gelen konuklara yol göstermek için çırpındıklarını gördüm. Bir yapının mimarlığı kullanıcısına böyle bir ızdırap çektirir mi? Bu kattaki sahanlıktan sergi mekânına niçin girilemediğini merak edenler olacaktır, girilemiyor çünkü bu sahanlıkta İlhan Koman’ın Akdeniz heykeli yer alıyor. Bir başka sorunlu durum: Koman’ın açık mekân için tasarladığı, biçimlendirirken izleyicinin çevresinde hareket etmesini amaçladığı yapıtı, sahanlığın köşesine, adeta bir dekor nesnesi gibi yerleştirilmiş. Akdeniz, camın gerisinde –ya sabır çekerek- Galatasaray’ı seyrediyor; kim bilir, belki de Koman’ın arkadaşı Şadi Çalık’ın, meydanda özgürlüğün tadını çıkaran heykeline bakarak iç geçiriyor.

YKKS, Türkiye’nin en saygın kültür kurumlarından biri. Bugünkü ortamda yerine getirdiği kültür hizmeti gerçekten büyük boyutlarda. Bu yapı için bütün olanakları seferber etmiş olması, kültür dünyasına katkıda ne denli içten olduğunu kanıtlıyor. Keşke bu iyi niyete yakışan bir mimarlıkla ödüllendirilmiş olsaydı…


İlgili İçerikler
Etiketler
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
  • Can Taşkent 6 yıl önce "Parlak" olduğuna inanılan bir fikrin fonksiyonelliğe yenik düşmesine rağmen göz göre göre dayatılması. Mumyalanmış bir ceset. Koman'ın bu muhteşem eserine de büyük hakaret.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :