Yabancı bir kente gittiğinizde ilk nelere bakıyorsunuz, neleri inceliyorsunuz?
Her şeye, küçük ayrıntılara… Bir konuşma bile olabilir... Örneğin Taksim'deki Urban kafede genç insanlarla dolu bir masaya bakıyorum. Türkçe bilmememe rağmen, birbirileriyle konuşurlarken nasıl bir sosyal üslup benimsediklerini görüyorum. Dün akşam (açılış gününden önceki gün), kendi ülkesinde sağlık konusunda yazılar yazan Avusturyalı bir kadın gazeteciyle yan yanaydım. Onunla sohbet ederken ikimizin de aynı tespitte bulunduğunu fark ettim: Türkiye'deki insanlar birbirleriyle konuşurken çok yakın bir mesafeden iletişim kuruyorlar. En azından Avrupa'dakine göre daha yakın...
Dolayısıyla bir kentte dolaşırken hem insanlara, hem binalara hem de sokaklara baktığımı söyleyebilirim. Bakmak benim için çok önemli. Kentin içinde gezinen ve gördüklerini kaydeden Walter Benjamin gibi bir gözlemciyim ben de.
Kentten kente uğruyor ve gittiğim her yerden yanıma bir şeyler alarak stüdyoma dönüyorum. Çizdiklerim de ya mimarlık ya iç mimarlıkla ilgili oluyor. İnsanlara, sokağa baktıklarında ya da binaların önünden geçerken, dünyada neler yaşandığını görebileceklerini göstermek istiyorum.
Sokaklar demişken, İstanbul'daki kamusal alanları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kamusal alan göremedim, olduğunu da sanmıyorum. Ama yazın binaların tepesinde kamusal alanlar oluşuyor. İstiklal Caddesi'ndeki üst katlar partilerle doluyor. Burada olduğum süre zarfında kente baktığımda, ışığın ve müziğin eşlik ettiği bu mekanları gördüm kamusal alan olarak. Sokakta olduğunuz zamansa klostrofobik bir his oluşuyor , kendinizi pek rahat hissedemiyorsunuz. Kenti yeni yeni keşfetmeye başlıyorum ama oldukça etkilendiğimi söyleyebilirim. Çok sayıda etkinlik var.
Ütopya Koleksiyonu'ndaki işlere bakınca, kent yaşamı dışında coğrafi şekillere de ilgi duyduğunuzu görüyoruz.
Türkiye'ye geldiğimde ve burası hakkında düşünmeye başladığımda aklıma Kapadokya geldi. Kapadokya'da çok ilkel ve kaba bir mimarlık var. Çocukken televizyonda seyrettiğim Taşdevri'ni anımsatıyor bana. Kullandıkları arabalar vs son derece sade ama işlevsel. Biraz alaya alan bir tarafı var. Ben de bunlardan ilham alarak "Taşdevri Modernizmi" (Flintstone Modernism) serisine başladım. Kapadokya'ya bakınca buradaki yerleşimlerin hala ayakta olduğunu görüyoruz. Türkiye bir deprem ülkesi ve doğadan yararlanılacak pek çok alan var. Bu da, mimarlığı formlar şeklinde düşünmek yerine, bu bilgiyi kullanarak insanlar için yeni çözümler üretmekle ilgili…
Son dönemde Arap ülkelerinde bulunduğunuzu biliyoruz. Bu coğrafyayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
2000-2005 yılları arasında Mağrip ülkelerinde bulundum. Bu bölgedeki mimarlık, dışarıdan bakıldığında bazen çok basit gelebiliyor. Ama insanların evlerine konuk olduğunuzda, basit şeylerle de iyi bir ortam yaratılabildiğini görüyorsunuz.
Berberi kabilelerinin yaşadığı çöl köylerinin ne kadar iyi inşa edildiğini fark ediyorsunuz. Atlas dağları kışın çok soğuk olsa da evler buna göre yapılmış ve yıllardır kullanılıyor.
Peki biz, Batı ülkelerinde neden aynısını yapmıyoruz? İnsan sağlığının ve mutluluğunun, kâr etmekten daha önemli olduğunu düşünüyorum. Tabii ki herkesin paraya ihtiyacı var ama neden birisi 52 metrelik tekneye ihtiyaç duyarken diğeri hiçbir şeye sahip olmasın? Bugün Avrupa'da çok sayıda yoksul insan var, ABD'de ise durum daha kötü. Irak'taki savaş, [daha doğrusu savaş öncesi bağlam (pre-context) diyelim çünkü savaş başlamadan önce de benzer bir durum söz konusuydu] ve İran 'da yaşananlar, hangi alanda çalışacağıma karar vermemde etkili oldu.
Arap Baharı, iki İranlı'nın Arap ülkelerinde devrim yapacağız diye yola çıkmasıyla olmadı. Her şey sistem tarafından önceden planlanmıştı. İnsanları öldüren de bu sistem. Her gün daha çok insan öldürülüyor. Binalar da sistemin bir parçası. Almanya'da gerçekleşen 1936 Olimpiyatları'na baktığımızda, 1930 öncesinde Bauhaus topluluğunda yer almış mimarların elinden çıkma iyi mimarlık örnekleri görüyoruz. Hitler başa geçince, aynı mimarlar Bauhaus'u terk edip Naziler için çalışmaya başlıyor. Peki ya mimarlığın maneviyatı? Benim asıl derdim bu.
"Dünyanın en çirkin ülkesinde yaşıyorum"
Peki memleketiniz Belçika'daki güncel mimarlık pratiği hakkında ne düşünüyorsunuz?
Belçika birkaç küçük tarihi kentten ibaret. Bu kentlerden bazıları o kadar iyi korunuyor ki yeni gibiler, Disneyworld'e benziyorlar. Örneğin Brugge, bugün artık yaşamayı tercih etmeyeceğiniz bir kente dönüşmüş durumda. Brüksel daha yaşanabilir bir yer. İstanbul'daki gibi her gün bazı binaları yıkarak yerlerine yenilerini yapıyorlar. Mekânı ekonomik kullanmak için güzel binaları bile yıkıyorlar, çünkü Brüksel Avrupa için önemli bir yer.
Dünyadaki en çirkin ülkelerden birinde yaşadığımı söyleyebilirim. Belçikalı modernist mimar Renaat Braem, 1960'larda Antwerp'te sosyal konutlar inşa etmişti. Bu binalar bugün halen işlevini sürdürüyor. Demek ki insanların ihtiyaçlarını doğru değerlendirmiş. Braem, aynı zamanda, "Het Lelijkste Land Ter Wereld" (Dünyanın en çirkin ülkesinde yaşıyorum) adlı kitabın da yazarı. Okul yıllarımda ben de bu kitabı okumuştum.
"Ütopya Koleksiyonu" benim tarihim, benim ütopya koleksiyonum ama aynı zamanda, mimarlığın ve diğer sosyal olguların da 100 yıllık tarihi.