Bilgi, görgü ve sezginin mimarlığı

04 Nisan 2008

 

Bütün bu pratikler içinde mesleğe dair kızdığınız, şiddetle karşı olduğunuz durumlar yaşadınız mı? Mimarlığa kaşlarınızı çatarak baktığınız oldu mu?

 

Cemİ: İçinde bulunduğum ortamlarda  bazen bir gönülsüzlük ve misyon belirlememekten kaynaklanan durumlarla karşılaştığımı gördüm. Kendimi o anlamda biraz yalnız hissettiğim dönemler oldu. Bundan kastettiğim de şu: Belli bir amaca, hedefe, heyecana yönelik bir çalışma içindeyken, negatif, yıpratıcı etkenlere rağmen enerji dolusunuzdur. Ortamın kendi sinerjisi, size kendinizi yorgun hissettirmez. Okullarda kendi bulunduğum dönemlerde ve ortamlarda bu havanın eksikliğini hissettiğimi söyleyebilirim. Daha iyi takımlar kurulup, daha uzun soluklu işler yapılabilirdi. Bu nedenle son yıllarda "Cem, gel birlikte birşeyler yapalım" denildiği zaman biraz daha uzak duruyorum. Eğer bir şey yapılacaksa bunu kendi büromuzda yapalım; söyleyecek sözümüz varsa büro içinde söyleyelim düşüncesindeyim son dönemde. Bu, çok da sağlıklı değil belki de. Çünkü bir platformda birçok kişiyle sesinizi duyurmak başka, kendi büronuzda bunu yapmak başka.

 

Örneğin Londra'dan döndükten sonra, oradaki atölye yapılanmalarını ve çocukların bir anda içine savruldukları ortamı düşününce, sudan çıkmış balık gibi oluyorsunuz. Benim çalıştığım dönem, o şartların bir kısmını kurabilir miyiz, bu gerçekleştirilebilir bir şey midir diye giriştiğimiz bir dönemdi. Oradaki modelin adapte edilmeye çalışıldığı bir okuldu. Fakat henüz fazla sulandırılmamış o yapının, eğitim modelinin, bir süre sonra sağından solundan kemirildiğini görüyorsunuz. Sonrasında da buradaki bazı başka modellere devşirildiğine tanık oluyorsunuz ve ortaya hibrid bir şey çıkıyor. O da bir yönsüzlüğü ve belki de sonunda yalnızlaşmayı getiriyor.

 

O halde sizin büroyu bir atölye olarak görmenizin köklerini bu deneyimlerde aramak pek de yanlış olmayacak.

 

Cemİ: Aslında evet, bir mikrokozmos gibi.

 

Daha önce arkadaşlarımızdan biriyle yaptığınız bir röportajda eğitimin sürekliliğini vurguladığınızı hatırlıyorum. Büroyu bir atölye olarak görmek de bunu tamamlayan bir argüman gibi.

 

Cemİ: Evet, hepsini içinde taşıyor. Zaten o bütünlüğü kuramadığınız zaman başka arayışlara giriyorsunuz. Kendi adıma, başka türlü bir işleyiş içinde üretim yapamayacağımı düşünüyorum. Bu benim seçimim, ama başka seçimler de söz konusu. Başka açılımlar olabilir mi düşüncesiyle başka arayışlarımız da oldu, ama tarif ettiğimiz o atölye ortamının belli ölçekleri kaldırabildiğini düşünüyorum. Bir başkası "Atölye niye 8 – 10 kişilik olsun, 100 kişilik de olabilir" diye düşünebilir. Ama bizim için atölye denilen şeyin belirli bir büyüklüğü, bazen çok da tarif edemediğimiz bir kimyası vardır.

 

Aslında burada ‘atölye'nin mekansal hiyerarşisinden çok ruhsal, felsefi tarafı öne çıkıyor değil mi?

 

Cemİ: Daha çok öyledir de. Hakikaten alt alta gelen maddelerin tarif ettiği motomot bir model olmaktan çok, soyut değerleri de içeren bir şey bu.

 

Bilgi, sezgi ve görgü. Bunlar, bahsettiğiniz hiyerarşi içersinde kendilerine nasıl bir yer buluyorlar?

 

Cemİ: Bu aslında sadece benim değil, farklı platformda pekçok arkadaşımızın da dile getirdiği bir şey. Birbirlerini tamamlıyorlar ve hakikaten birinden biri olmadığı zaman, ortaya benim mimarlık olarak adlandıramadığım bir ürün çıkıyor.

 

Bir büro kurgusu içinde bunları var kılmak nasıl, ne kadar mümkün?

 

Cemİ: İşin sezgisel kısmı yapısal bir özellik, varsa var diyebileceğimiz bir şey. İnsan sonradan sezgilerini ne kadar geliştirebilir emin değilim. 'Bilgi'yi demin süreklilik üzerinden de tarif ettik; durağan olmayan, sürekli üzerine bir şeyler eklenmesi ve güncellenmesi gereken bir şey olarak. Bu bileşimi bir sac ayağı olarak adlandırırsak, görgü çok önemli üçüncü ayak. Ağırlığı olan bir şey ve görgü ile bilgi birbirlerine değiyorlar. Bu anlamda çok da ayrışmış şeyler değiller. Görgüye tekrar dönersek, bunu daha çok mimarlık medyası üzerinden anlayabiliriz. Özellikle basılı medya ve internet yayıncılığı üzerinden mimarlığı anlamaya çalışıyoruz. Bu, benim özellikle çok hassas olduğum bir konu ve artık çok da inanmadığım bir şey. Görgü kısmını daha önce birkaç kez de dile getirdim. Çok fazla eskiden olmadığı gibi ilerlediğini, sağlıklı olmayan bir takım durumlar yarattığından bahsettim. Bu mimarlığın eleştirisi, mimarlık ürününün değerlendirilmesi ile ilgili olan kısmı.

 

Bugün yaşadığımız bir vakayı örnek gösterebilirim. Son aldığımız dergilerden birinde çok çarpıcı bir yapı ile karşılaştık. Aynı yapının bundan birkaç yıl önce Architectural Review dergisinde de yayınlandığını farkettik. O çok etkileyici, sizi sarsan yapı, fotoğrafın kalitesi nedeniyle hiç dikkat çekmeyen, kendisinde bir şeyler olduğunu hissettiren ama düşündüğümüz kadar çarpıcı olmayan bir ürüne dönüşmüştü. Birinde 20 dakikamı ayırıp uzun uzun bakarken, öbüründe şöyle bir bakıp geçiyorum. Tülin, "Nasıl böyle bir şey olabilir" diye sorduğunda, Photoshop müdahalesi olabilir dedim. Böyle bir durumda o ürünü nasıl tartışabilirsiniz? Mimarlık eleştirmeni bir arkadaşımla üzerinde durduğumuz bir konudur, dergiyi bir kenara bırakalım iki boyut üzerinden bir tartışma yapabilir misiniz? Çarpıcı bulduğumuz pekçok ürünü yerinde gördüğümde beni hayal kırıklığına uğrattığını yaşadığım için, bunu artık daha da inanarak söylüyorum. Onun için, arkadaşlar "Bomba gibi bir bina" dedikleri zaman "Görmedik ki" diyorum.

 

TülinH: Bu, birine aşık olmak gibi. Az tanırken çok seviyorsun, yeterince tanıdığında da çekip gidebiliyorsun. Binayı sen görsen, sen keşfetsen belki çok seveceksin. Ama dergi üzerinden gördüğün zaman, aklında bazı hayaller oluşuyor. Görmediğin kısımları kafanda sen tamamlıyorsun. Oysa oraya gittiğin zaman onlar senin düşlediğin gibi tamamlanmamış oluyor. Rotterdam'a gidecektik ve kafamızda da Rem Koolhaas'ın Kunsthal'nı gezmek vardı. "Sakın gezmeyin, berbat bir bina" dediler. Biz yine de gittik ve gayet iyi bulduk. Belki de berbat denildiği için, hiçbir beklenti içinde değildik.

 

Cemİ: Ben hala, örneğin bir ‘promenade' fikrinin fazla söze gerek olmadan son derece güzel anlatıldığı güçlü bir yapı olduğunu düşünüyorum. Ama yapının negatif yorumlar da aldığını biliyoruz. Biraz önce de dediğimiz gibi, medya üzerinden bir mimarlık ürününü anlamak son derece zor. Şöyle bir tartışma da olabiliyor: Örneğin planlar basılıyor ve arkadaşlarımız arasında "Planlardan, kesitlerden nasıl bir yapı olacağını anlamıyor musun" diyenler de var. Ama mimarlık, çok şeyin üst üste gelmesiyle algılanır bir şey. Bu üst üste gelen şeyler içinde o anda duyduğunuz bir ses, bir koku da var. Mesela bazen kendi çektiğim videoları ilk kez izleyen birisinin çok muhteşem bulduğu bir yerin, son derece sıradan olduğunu biliyorum. 360 derece dönüyorsunuz ve bir şeyler anlatmaya çalışıyorsunuz, ama yine de bir şeyler kaçıyor.

 

Peki insanın görgü pratiği nasıl arttırılabilir, başka bir şansımız var mı? Biz Tülin ile olabildiğince çok gezmeye çalışıyoruz. Bunu, büro pratiğine de taşımak, büro olarak buna biraz daha fazla vakit ayırmak istiyoruz.

 

Eğer deneyimlemekse burada yapılan şey, bunu gerçek ya da sanal deneyim diye ayırabiliriz sanırım. Fakat günümüzde asıl sorun hangi deneyimi nasıl yaşayacağımızın bize empoze ediliyor olması gibi.  

Cemİ: Belki tek başınıza da bir şeyleri sorgulayarak bir görgü dağarcığı oluşturabilirsiniz. Ama içlerinde bazılarının daha da deneyimli olduğu gruplar içindeki tartışmaların, yapıyla birlikte çok daha verimli olduğunu düşünüyorum. Binayla karşılaşma anı, içinde hareket etmek, birinin gözünden kaçan bir şeyi bir başkasının yakalaması...


Kısaca TeCe
Atölyeden
Referanslar
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :