AE: Depremle ilgili de güncel durum ve çalışmalarınız hakkında neler söylemek istersiniz?
BA: Açıkçası, bazı mimarlar bazı coğrafyaların geçmişine bakıp geleceğini az biraz tahmin edebiliyor. Ben Hatay'da da deprem öncesi bir yıl kadar vakit geçirdim. Depreme hazırlıklı olmadığımızı hepimiz biliyoruz. İstanbul da hazır değil. O nedenle depreme dair görüşüm değişti mi? Değişmedi. Çünkü zaten 'yapmak istediklerimiz yapılmıyor diye bu tablo ile karşı karşıyayız' gibi baktığımız için, bütün mimarlık pratiğindekilerin de böyle olduğunu düşünüyorum.
İçinde şöyle bulundum: Kooperatife çalışma yapmıştım, ama gördüm ki çok fazla bir şeyler yapmak isteyen var ve muhattap bulamayacak hale gelmiş durum. Yaptığın çalışmayı karşılığa sahaya aktarmak güç hale gelmiş. Kooperatifler için yaptığımız çalışmayı teslim ettik ama oradan geri çekilip ben de kendim bir ekip kurup birşey yapma niyetindeyken, Emre Arolat'ın davetiyle "Ortak Akıl Antakya"ya dahil oldum. Yeni, bir aylık bir durum bu. Ortak Akıl kendi bünyesinde ofis kurdu. Bir bilim heyeti gibi davranıyorlar. Çok farklı disiplinlerden isimler var; Selçuk Şirin’den, Mert Fırat’a tabii mimarlıktan da Murat Tabanlıoğlu, Emre Arolat, Ece Ceylan Baba gibi isimler…
Açıkçası umutluyum oradan çıkacak verilerden. Çünkü şu anda yapmaya çalıştığımız depremin, hani yaralarını sarmak, tabiri caizse sarmaya çalışılan yara ile açılan yara arasında uçuk bir fark var. Yara çok daha büyük o nedenle bu heyetten çıkacak veri ve bilgi her türlü işe yarar gibi geliyor, buna inanıyorum.
AE: Devam eden projelerinizle ilgili bilgi alabilir miyiz?
BA: Şu an odakta iki güzel konu var, bunların etrafında dönen de birkaç konu... Tersane İstanbul’da, Haliç Tersanesi’nde 450-500 yıllık bir yapıyla haşır neşiriz. Tersane 2,5 kilometrelik bir sahil bandını kapsıyor. Benim yanımda Foster bir iş yapıyor, öbür yan tarafımda Nicholas Grimshaw Sadberk Hanım’ı yapıyor. Ben de yan tarafta dökümhaneyi “food hall”e dönüştürüyorum. Şantiye sürecindeyiz şu an.
Projeyi nasıl kamusallaştırmaya çalıştığımızı da anlatalım. Malum bir segmente hitap edecek; oradaki sandalyelerde oradan geçenlerin de bir şey alıp yemeden oturabilmesini sağlamak için çok uğraş verdim. Bir pasaj kurguladım ve ‘bir şey yemeyenler de buradan geçecek, bu kapı açık kalacak’ dedim. Çünkü çok pahalı bir mekan tasarlıyorsunuz. Bir yeme içme mekanı, oraya gelen insanlar ceplerinden para çıkmadan da orada oturabilir olsun istedim. Birazcık o projede de onu başardığımı hissediyorum. Bu beni çok mutlu ediyor. Yoksa aksi durumda gerçekten bir kara kutu içerisinde yüksek standartlı bir restoran yapmış gibi hissederdim. Halbuki öyle değil. Şimdi, bir Anadolu mutfağının döküleceği, kokuların coşacağı, evet orada yemek yemek belki dışarıdakinin 1,5 katı olacak ama o kokulara o görsel şölene temas edebilecek bir mimari proje tasarladım ve işvereni ikna ettim.
Ayrıca, Bağcılar’da sosyal destek ünitelerinin olacağı bir park-peyzaj projesi var. Ama çok park da diyemeyiz, hatırı sayılır bir bina var içerisinde. Onun dışında bir de beni çok mutlu eden çok küçük, 150 metrekare inşaat alanına sahip, Kazdağları’nda bir ev yapıyoruz. Assos’ta Ahmetçe’de ama Kazdağları’nda da bir parça. Bir köy içerisinde kış evi olarak tasarladık, kurguladık. Onun son aşamalarındayız, uygulama projelerini tamamlamak üzereyiz.
Genel güncel konular bunlar. Bunların yanına eklemlenen birkaç iş oluyor. Bir tane de Dubai’de bir iç mekan çalışmamız gerçekleşti. Peyderpey birkaç tane daha yurtdışı konusu var.
AE: Tasarım yaklaşımınızı hangi kelime/ler ifade eder?
BA: Herhalde "ait olmak" derim. Bu, İstanbul'da tarihi bir binanın içerisini de yapmak; şu an uğraştığımız bir konu; 500 yaşında bir dökümhaneden bahsediyoruz, bir tersane yapısı. Ve bunun içerisinde bir iç mekan düzenlemesi ya da bir iç değerlendirme, fonksiyon atamaktan bahsediyoruz. Bütün mücadele "ait olmak" gibi bir dert. Onu oraya ait etmek. O yapının olabildiğince bütün kodlarını elde etmek. O yapının olabildiğince bütün fiziksel ölçülerini, kültürel ve başka herhangi bir bağlamını elde edip onun üzerinden yeni birşey yapmak. Ama muhakkak yeni birşey yapmak.
AE: Ama o ait olmak da hep oradaymış hissiyle değil mi? Sakil durmadan...
BA: Evet. Cengiz Hoca çok güzel geleneği anlatmıştı. Gelenek nedir? Gelene eklemlenmektir. Birşey çok güzel gelmiş, ona olabilecek en iyi şekilde eklemlendiğimizde gelenek oluyor. Cengiz Hoca’nın bu tarifi benim için en belirleyici tarif. O da zaten mimarları Kuzguncuklu yapan bir isim. O da aslında gelene eklemlendiği için Kuzguncuk'u Kuzguncuk yaptı. Gelene çok iyi bir Bektaş olarak eklendi. Ve devamında başka isimler gelene eklendi. Kuzguncuk'un biraz dejenere olma hali başka ekonomik boyutlardan ya da tüketmeden kaynaklı. Halbuki gelene eklenen bir Bektaş vardı, 80 küsur yılından bu yana...
Kore Savaşı Anma Alanı ve Ziyaretçi Merkezi Mimari Proje Yarışması
AE: Mimarlık eğitimini nasıl değerlendiriyorsunuz?
BA: Şöyle ifade edebilirim: Birazcık tek tip olarak değerlendiriyorum, çok birbirine benziyor. Bu kadar çok fazla, farklı okul olup, bu kadar farklı kişi ve hocalar olup, bu kadar benzer eğitimlerin verilmesi beni birazcık rahatsız etmiyor değil. Ben yıllar önce Mardin'de lise öğrencisiyken mimarlık eğitimi ile tanıştım. Benim tanıştığım mimarlık eğitimi ile İstanbul'da verdiğim mimarlık eğitiminin bu kadar birbirine benziyor olması beni rahatsız ediyor. Nedir bunun çözümü, formülü? Gerçekten hiç bilmiyorum. Mimarlık eğitimini biraz böyle değerlendiriyorum ama kısık sesle değerlendiriyorum; çok da cesaret edebildiğim bir konu değil açıkçası. Ama "Farklı coğrafyalarda farklı mimarlık eğitimi vermek mümkün olabilir mi" sorusunu sormadan edemiyorum. Gönlüm biraz bu sorudan yana.
Yeni geldim; Hakkari’nin, Van’ın sunduğu doğal peyzaj, Mardin'in yapısal kültür ve dokusu... Çok farklılar, çok acayipler. Hoşap Kalesi'ne çıktım, Van Hakkari arasında bir kale. Bir İran Ortaçağ kalesi. Kerpiçten surları var, Hoşap kentinin etrafında. Acayip birşeydi. Bir kale var ve kaleyi kaya bir tepenin tam üstüne inşa etmişler ama kaleye çıkış yeri yok. Çıkış yerini nasıl yapmışlar? Alttaki kayayı oyarak. Kapadokya gibi. kalenin üstüne merdivenle çıkmışlar. Ve bir oyma mekandan elde edilmiş bir kale; inanılmaz etkileyiciydi.
Yani Kapadokya'daki eğitim ile İstanbul'daki eğitimin aynı olmaması lazım. Zaten eğitim kurultaylarında çok tartışılan bir konu. 3 artı 2 yıl; 3 yıl mimarlık eğitimi ondan sonra 2 yıl özel bir alan. Herkesin mezun olduğunda yüksek kabul edilip ama yüksek lisansın zorunlu olması gibi.
AE: Mardin Artuklu Üniversitesi Mimarlık Fakültesi taşınması ile ilgili neler söylemek istersiniz?
BA: Evet, taşındı ve çok kötü bir yere gitti, müze de mevcut binanın yerini alacak. Mimarlık eğitimini eski kentten koparmak oldu, olmaması gereken bir numaralı şey. Sonuçta bir şekilde orası yapıldı ve iş görüldü ve hem Mardin Artuklu Mimarlık eğitimine ne kadar bahsettiğim eğitim profilini ne kadar öğrenciye etki ettiği, çıkan öğrenci ne kadar o kentin içerisinden bir mimarlık derdiyle mezun oldu çok bilmemekle beraber birazcıkta soru işareti bırakarak ama uzun vadede sonuçta Mardin Bienali şu an artık İstanbul Bienaliyle eş olarak anılan hatta birazcık daha iyi bir şekilde anılan bir hale döndü. Gelecekte bir Mardin Sanat Bienali’nin yanına bir Mardin Mimarlık Bienali çok mümkün. Ben Mardin Bienali ile çok iç içeyim. Bunu yapmak gibi bir dürtüm de yok değil. En basitinden bunun gerçekleşmesini birazcık daha geciktirdi bu okulun taşınması.
AE: Hazır öğrencilerden, okuldan söz açılmışken Yahşibey’den bahsedelim biraz da…
BA: Öğrencilerin de okuyacağı düşüncesiyle detaylı aktarmak isterim… Öğrenciyken en popüler workshop’tu Yahşibey, benim için de gerçekten bir mücadele hikayesiydi. Üniversite birinci sınıftayken sunuma geldiler. ODTÜ 4. sınıftan bir arkadaş ve Nevzat Sayın yanyana Yahşibey’i anlatıyor. O kadar etkilendim ki, dedim ki o kızın yerinde olmak istiyorum. Ama tabii zaman içinde o kızın yerinden daha da iyi bir yer edindim. O kadar çok büyülendim ki; ikinci sınıftayken Eskişehir Mimarlık Fakültesini Nevzat Sayın’ın tasarladığını öğrendim. Gittim dekanı ikna etmeye çalıştım, biz de öğrenelim, davet edilelim diye. Dekan yardımcısı da beni yanına çağırdı, “Nevzat Sayın gelecek, tüm hocalara sunum yapacak, sen de gel” dedi. Aslında zorladığım için kapı beni buldu. 50’den fazla hoca, Nevzat Sayın, NSMH bize fakülteyi sunuyor ve orada tek öğrenci benim. Bir anda sordu Nevzat Sayın “burada hep hocalar var hiç öğrenci yok mu diye?” Bir tek ben vardım başka öğrenci yoktu ve haliyle aklına kazındım. Çıkışta da ben Yahşibey’e gelmek istiyorum dedim. 'Burada olan tek öğrenci olduğun için seni görmek istiyorum, başvur' dedi. Sonra da başvurdum, ikinci sınıf sonunda kabul edilmiştim ama 15 Temmuz olayları sebebiyle hakkımız sonraki yıla devroldu. Sonraki yıl ben Yahşibey’de yarı işlemlerimle yarı torpilimle ama kendi torpilimle; aslında öğrenciliğin sadece masa başı üretkenlik olmadığını birazcık etkinliklerde bilgiyi talep etme arzusunu yarattığı bir şey olduğunu gördüm.
Yahşibey’de de asıl hikaye benim için şuydu; Viyana Teknik’ten, Milano Politeknik’ten, İTÜ ve ODTÜ’ten öğrenciler var ben ise Anadolu Üniversitesi’nden, şampiyonlar ligine katılmış Anadolu takımı gibiyim. Ama ben bir şeye tutundum orada... Atıl durumda olan bir köy mescidi vardı. Dedim ki köyün bütün çocukları bu mescidden geçmiştir çünkü bunun yanında küçük bir oda var ve muhtemelen orası Kuran kursu olmuştur. Nevzat Hoca, “evet, yakaladın, bunu bir köylü bilir” dedi. Mescid çok da güzel bir yapıydı. Bir de mescidin etnoğrafya müzesine dönme hikayesi var, epey ilginç geldi. Müzede şöyle, bu köyde son düğün ne zaman oldu, son namaz ne zaman kılındı, son sesli ezan ne zaman okundu, son sünnet ne zaman oldu gibi bilgilerin toplanacağı bir sergileme alanıydı. Birkaç tane betonarme yapıyı, işlevlendirmiştim. Ama ben gene de iyi bir şey yaptığımı sanmıyorum. Olması gerekeni yapıyorum. Orada şunu fark ettim, Nevzat Sayın o çarkı açtı; olması gerekeni yaptığında iyi bir şey yapmış oluyorsun. Çok basit bir cümle kullanmıştı: “Burada kaç insanız; nerelerden geldik. Senin geldiğin yeri anlamaya çalışıyoruz, sen yer’den yerel’den geliyorsun, hepimiz senin geldiğin yer’i yerel’i anlamaya çalışıyoruz. Senin tabiatında bu var bunu ihmal etme, artırarak devam ettir” demişti. Bu cümle böyle bir aforizma gibi yerleşince ben birazcık daha Mardin’e yönelmiş oldum. Sonra Nevzat Hoca projeye dönüp dönüp baktığını söylemişti, yeni kitabı çıktı zaten orada da yer alıyor.