AE: Merhaba Hasan Can, biraz da seni dinlemek isteriz; Bünyamin Atan ile bir araya gelme hikayenizi, burada olmanın sana olan katkılarını…
Hasan Can: Merhaba, ben Hasan Can. İstanbul Medipol Üniversitesi’nde İç Mimarlık üçüncü sınıf öğrencisiyim. Bünyamin Hoca sosyal medya üzerinden bir ilan açmıştı; mimarlık öğrencisi istiyordu. Ben iç mimarlık öğrencisiyim ama yine de portfolyomu yolladım. Değerlendirmiş, bakmış, incelemiş; o bile aslında beni heyecanlandırmıştı. Aslında Bünyamin Hoca’yı birinci sınıftan beri tanıyorum. İşlerini takip ediyor, konuşmalarını sürekli izliyordum. Sonrasında mailleşmelerimiz devam etti kendisiyle. Ben biraz fazla ısrar etmiş olabilirim. İlk konuşmaya geldiğimde kendimi tam ifade edememiştim. Çünkü çok fazla dinlediğim, takip ettiğim bir insandı ve onunla yüz yüze gelmek, konuşmak benim için çok heyecanlıydı. Sonrasında düzenli olarak ofise gelmeye başladım. Elimden gelen ne varsa, her projeye dahil olmaya çalışıyorum.
BA: Her projeyi görmesini, bir parça içerisinde olmasını istiyorum. Bir parça uzun dönem stajyer diyebiliriz. Ben yerel ve kültürel konulara ilgili bir uzun stajyer ilanı açmıştım, bir kişi alacaktım sadece. Amacım orada bir hizmet elde etmek değildi. Çünkü bir çalışan ya da ekipten birisi sadece tek proje ile ilgileniyor; ama stajyerin en büyük şansı her şeyi görebiliyor olması, bende onu istiyorum. Bağcıları da o oturtuyor planını, Kazdağları’ndaki projeden de haberdar, bir parça Tersane’den de... Şu anda imalat detaylarını çiziyoruz; onlara da şahit oluyor.
HC: Evet, her proje hakkında bilgim var. Ama Tersane benim için çok önemli bir proje. Bünyamin Hoca’nın bakış açısıyla, o tarihi dokuyu nasıl incelediğini, nasıl yorumladığını, nasıl ele aldığını sürecin içerisinde bir yerden dahil olarak görmek beni çok heyecanlandırıyor. Bünyamin hoca ile çalışmak çok fazla deneyim, tecrübe getiriyor.
BA: Olabildiğince kimliğini inşa etmesine çalışıyorum. Çünkü bence bir şeyi buyurmak, istemek çok problemli. Çoğunlukla ben bir şeyi istemeden önce, ilk onun zihnindekileri almaya çalışıyorum. Çünkü bence okulun getirdiği bir numaralı kültür bu. Çok beklenmedik bir karar çıkabilir ondan. Mesela son dönemlerde projelerin yazılarını onlardan istiyorum. Bir bakıyorum ki, benim hiç düşünmediğim bir cümle kuruluyor, çok da zengin oluyor. O nedenle idrak etmesi için de sürekli onu yalnız bırakıyorum. Hem bana da bir konfor oluyor onu yalnız bırakmak.
Buna nereden geldim diye sorarsanız, dersanedeydim, lise yıllarında soru çözme odasına gider, matematik soruları çözemeyenlerin sorularını çözerdim. Fark ettim ki; eve gittiğimde 100 soru çözmek yerine kimsenin çözmediği 5 soruyu çözmek ve onu anlatma çabasına girmek, hele hele o bir problem sorusuysa, bin soruya bedel. Şimdi aynısı şu oluyor: o kaç şekilde yapılmayacağını görüyor ya; sonra geliyor, ben onu ikna edercesine anlatıyorum ya; o daha çok şey alıyor, ben daha çok şey alıyorum. Turgut Cansever’in bir sözü var; “Bir konferansta soru sormanın 3 kişiye faydası var, bir soruyu sorana, iki soruyu cevaplayana, üç dinleyene” diye. Bunda da birazcık bir bağ var. Yapamama üzerinden bir şey yapmak çok daha öğretici. Hem bana, hem ona.
AE: İş dışında satranç var, kürek var, fotoğraf var, bunlar da hayatında olsun istediğin şeyler gibi.
BA: Evet, hiç çıkmasın. Hatta satranç takımı koleksiyonuna da başladım. Peyderpey, bit pazarından ne bulursam toplamaya devam edeceğim. 20 tane iyi takım toplamayı hedefliyorum. Hobi olarak uğraştığım şeylerin tarihsel geçmişi de beni çok ilgilendiriyor. Aynı zamanda eski fotoğraf da toplamaya çalışıyorum, dijital ortamda da olsa. Bir parça kürek sporunun da geçmişinde ne olup bittiğini öğrenmeye çalışıyorum. İlave bir de basketbol oluyor bazen. Bunlar şu an hobi, uğraş, spor anlamında. Müzikle de çok uğraşıyorum. Çalmaya yönelik değil, öğrenmeye, anlamaya… Özellikle doğu müzikleri, etnik müzikle çok fazla ilgiliyim. Oturup bir sanatçının saatlerce geçmişine, gelişim sürecine saplantılı bir şekilde bakabiliyorum. Çünkü orada bir üreticinin ürünü ortaya koyma sürecini görüyorum. Bir de çok hafif bir çağdaş sanat sanat koleksiyonum var.
AE: Peki hayal var mı? Ofisle ilgili ya da şu an için şu hedefime ulaştım diyebiliyor musunuz?
BA: Ben çok hayal kuran bir insanım. Hayalperest olmaktan bunaldığım dönemler oldu hatta. Ama hep şu oldu; hayalimin ötesini yaşadım. Hayalini kurarken ben aslında işimin değeri olsun modundaydım. Ve şu an çizdiğim projelerde de; mesela Bağcılar projesi nasıl gelişti diye sorarsanız; 16 mimarın davet edildiği bir akşam yemeği düzenlemişlerdi; Nevzat Sayın, Selçuk Baz, Murat Şanal, Kerem Erginoğlu, Hasan Çalışlar gibi iyi mimarlar vardı, bir de ben. Bu benim hayalimin ötesi bir sahneydi. Çünkü çok basit bir sebep; başkanın eşi mimar ve benim Anemas Zindanlarında yaptığım Tılsım projesi ve dehlizlere olan ilgimden dolayı yıllar önce bir kayıt yapmış kendisince ve öyle bir davet geliyor. Aslında gün sonunda sosyal varlıklarız ya, sosyal varlıklar bizim geleceğimizi tanımlıyormuş, onu fark ettim. Ve talepkar olacağım bir işin beni talep etmesiyle karşı karşıya kaldım. Bu da aslında bir yandan ne kadar sosyal varlıklar olduğumuzu ve ne kadar onun karşılığıyla muhatap olduğumuzu gösterdi bana. Hayalimin ötesini yaşıyorum dememden kastım bu. Her gün hayal ettiğimin üstünü işaretliyorum. Belki çok aşırı hayallere kapılmadığım içindir. Zaten hayal kelimesi de bana çok tekil ve bencilce geliyor. Birazcık daha ben demek yerine biz demek veya toplum demek daha iyi... O nedenle de Hiza’nın geleceğini de söylemek gerekirse, hizası bozulmasın.