Mardin’den İstanbul’a bir ait olma hikayesi… İşlerini bir "hiza"da topladığı yeni ofisinde Bünyamin Atan'a Çat Kapı yaptık.
Öğrencilik zamanlarından şimdiye dek eğitimini, projelerini, mimarlığa bakışını, üretimlerini konuştuğumuz Hiza Mimarlık kurucusu Bünyamin Atan Çat Kapı’nın yeni konuğu oldu. Projelerinde "yer"e bağlılığı, aidiyeti, coğrafyayı önceliğine alan ve sonuçtaki özgünlüğün de buradan geldiğini belirten Bünyamin Atan'ın en önemli hedefi ise, gelecekte Hiza'nın hizasınıın bozulmaması...
Aslıhan A. Erkmen: Öncelikle sizi tanıyarak başlayalım, kendinizden bahseder misiniz?
Bünyamin Atan: Mardin doğumluyum, orada büyüdüm. Üniversite için Eskişehir'e gittim. Sonra da Venedik Bienali vesilesiyle İstanbul'a geldim. Kerem Piker'in küratör olduğu Venedik Bienali'nde ben de katılımcıydım. Mezun olduktan sonra muhtemelen Mardin yolu görünüyordu; Venedik'e gittim, orada İstanbul'dan mimarlarla karşılaştım. Bir kaç kişi 'dönüşte ofisimize uğrar mısın?' dedi. Uğradıklarım, uğramadıklarım ve bazı ziyaretlerim sonunda, bir iş teklifi ile İstanbul'da kaldım. Çok çalışmadım ama orada, sonra Medipol Üniversitesi'ne geçiş yaptım.
AE: İlk profesyonellik diyebilir miyiz, ne kadarlık süre o ofiste çalıştınız?
BA: Profesyonellik tam anlamıyla bir yerde başlamadı benim için. Orada 2-3 aylık vakit geçirmek gibi oldu. Arayışlarım vardı; yarışma mı yapayım, İstanbul'da kalma mücadelesi mi vereyim, nasıl olsun derken, o esnada Medipol Üniversitesi’nde bir jüriye gitmiştim. 23-24 yaşlarında olmama rağmen oradan bir proje dersi verme teklifi geldi. Ders teklifleri de gelmeye devam edince, daha yeni mezunken üniversite ile tanışmış oldum. Sonrasında da 3-4 ay içerisinde bir yarışmada finale kaldım, başka bir yarışmada da birinci olunca artık İstanbul'a bağlandım.
Venedik Bienali 16. Uluslararası Mimarlık Sergisi
AE: 2019’da Cami Tasarımı Fikir Yarışması yarışması değil mi? Zaten dönüm noktası orada aldığınız birincilik herhalde...
BA: Evet, o zaten ondan sonra gelecek işleri, muhatap olacağım profilleri, akademideki tercihlerimi de belirledi. Aslında var olan bir dürtü, projeyle deklare oldu. O yerellik, toprak, aidiyet, coğrafya... Hem çizerken, hem de yazarken dert ettiğim bir meselenin, projede bir araya gelmesi benim için şanstı aslında. Ondan sonra da herşey, kendi minvalinde yönetildi benim adıma.
AE: Yarışma süreci nasıldı?
BA: Proje Güneydoğu'da bir yer diye açılmıştı. İmar planı da Antep'e aitti. Ama herkesin Mardin'i ya da Diyarbakır'ı seçeceği çok aşikardı, çünkü bağlam değeri çok yüksekti. Telefonlar geldi, "beraber yapalım, deneyelim" diye. Biz de çok şey denedik ama, ben sürekli eskiz yapıyordum ve ne zaman eskize başlasam, muhakkak bildiğim çok popüler bir projeye benziyordu. Bu da beni derinden rahatsız ediyordu. Bir türlü istediğim o özgünlük çıkmıyordu. Yarışmayı bırakacak kadar ilerledi bu ve bir ay kala yarışmadan çekildim.
Sonra bir ara memleketteki arşiv fotoğraflarıma baktım. Çok köy gezerim. Gezdiğim köy fotoğraflarına bakınca gördüm ki, yapılması gereken aslında tek bir iş var; daha farklısı, daha başka birşey de yapılamaz gibi… O duvardan duvara etkisi olan, yere yakın, sakin, tevazu sahibi bir projenin gayri ihtiyari çıktığını fark ettim. Bu, sunumuyla ve yerleşim planıyla, 10-12 günlük süreçte gerçekleşti. Gitgide projenin oraya, hem sosyal hem de fiziksel olarak ait olduğunu hissettiğim an, projenin bütün çalışmalarının da bitmiş olduğu andı. Maketini yapmaktan tutun da, Photoshop'unu yapmaya kadar 'oraya ne kadar ait kılabiliriz' derdi vardı. Nitekim jüri de böyle takdir etti ve karşılığında birincilik ödülü geldi.
AE: Yani doğru zaman da o zamanmış; uzun sürede yaptığınız birçok çalışma içinize sinmiyor ve sonrasında çok kısa bir sürede birinciliğe götüren bir proje çıkıyor ortaya.
BA: Evet, ben şöyle bakıyorum: Herkesin bildiği meşhur bir anekdot vardır ya; "Bu resmi ne kadar sürede yaptın? Aslında, 40 yıl artı şu kadar..." Ben o projede şunu fark ettim; sadece 23-24 yaşına kadar yaşadıklarım değil, dedemden, babamdan duyduğum bin yıllık hikayelerin de bir projenin içerisine girebildiğini ve o proje içerisinde hepsinin bir şekilde deşifre olduğunu. Gen kodlarının bir proje ile çağrılabildiğini ve bin yıl önceki dedemin tecrübelerinin de bir şekilde kullanılabildiğini gördüm. Ve devamında, Güneydoğu ile haşır neşir olmaya başladığım tüm projelerde de oldu bu.
AE: Hiza Mimarlık 2021'de kuruldu. Hiza’nın sizdeki anlamı nedir?
BA: Hiza'dan kastım aslında bir düzeni tarifleyen değil, bir süreci tanımlayan hiza. Zaten 'hiza'nın etimolojik kökenine de bakarsanız, Arapça kökenli bir kelime ve devenin çölde bıraktığı ayak izine hiza deniyor. Ve bilirsiniz, çöldeki izler hafif bir rüzgarla yok olur gider. Mimarlığa da böyle bakma isteğim olduğu için; bırakacağım izler tarihi değil, bir rüzgarla hemen hemhal olabilsin, ama hafif de o devenin bıraktığı nemli tabakanın, katmanlaşarak altta kaldığını bir parça hissettirsin.
Bir de “hiza” Türkçe'ye de Kürtçe'ye de çok güzel geçmiş. Türkçe'de hizalanmak, bir hizada olmak... Tabii ki otorite için de çok kullanılan bir kelime ama çoğu mimar 'aks' yerine 'hiza' der. Kürtçe'de de iki kullanımı var: "hîz" çizgi demek; bizim için kökeni; bir de yanı zamanda "Avahîsaz" mimar demek, Architecht gibi. Hizayı var eden, çizgiyi var eden.
Bir parça da, biz çok dilli büyüdük Mardin'de. Eğitim dili Türkçe, ana dil Kürtçe, kökende Araplık var… Hepsinin temas ettiği bir isim beni çok tatmin ediyor.
Ve gerçekten o cami tartışması 2019'da sonuçlandı. 2019'dan 2021'e kadar, hatta 2018'i de dahil edebilirim; Mevsimlik Tarım İşçileri ve Mardin Taş Ocağı… 18'den 21'e kadar olan süreçte gayri ihtiyari bir Hiza tanımlanmış. Çünkü refleks şunu diyor: İstanbul'daki edindiğim mimari pratiğini yapmaya çalışırsam 30-35 yaşlarına kadar bir mimarlık profili zar zor yerleşiyor. Bu tabii benim kişisel görüşüm. Ama coğrafyana, sana ait olana, dolayısıyla senin de ait olduğun yere yönelirsen 10 günde bile çıkabileceğini ben birkaç projede gördüm.
AE: Peki, ofis kurma isteği nasıl gelişti?
BA: Artık o neticelerden sonra, çok sevdiğim, öğrenciyken ilgiyle takip ettiğim mimarlardan telefon almaya başladım. Nevzat Sayın başta olmak üzere, Han Tümertekin'le de çalıştım. Kapılar çalınca birlikte işler yaptık, hacimler büyüdü, işler büyüdü... Ben tek başıma çalışırdım ama işler büyüyünce benim ekipleşmem gerekti. Benim hayalim bir yarışmada birinci olup o yarışmanın müelliflik haklarıyla ofisimi açmaktı. Olduk ama onu vermediler. Açamadım o zaman ofisi, ekonomi de el vermedi. Ama diğer arzum olan sevip saydığım, usta dediğim mimarlarla proje davetiyle çalıştım. İşte o zaman ofisi ofis yapan veriler olması gerekti. İlk ofis Cihangir'deydi, 1,5 yıl kadar küratör bir arkadaşla ortak olarak yürüttük. Hala da belli başlı müze, sergi işleri birlikte üretiyoruz.
AE: Cihangir'den de Paşalimanı Kuzguncuk'a. Zaten gelip gittiğiniz bir yerdi; Ömer Selçuk Baz, Nevzat Sayın burada, bir çevreniz vardı. Özellikle mi bu lokasyonu istediniz?
BA: Evet, Kuzguncuk’ta bakıyorduk, burası da rastgeldi. Hafif dokunuşlarla derledik, topladık. Şu an bizi Kuzguncuk'un içinden daha çok mutlu ediyor. Özellikle malum, oranın oluşan yapay trafiği, aşırı yoğunluğu, hiç bitmeyen kalabalığı...
AE: Kuzguncuk'ta sizin iş yapma şeklinizi, mimarlık pratiğinizi etkileyen birşey oldu mu?
BA: Tabi. Baktığınızda, Kuzguncuk'un mekansal olarak içeride sunduğu şeylerin çok daha sterilize hali dışarıda, başka yerlerde var ama burası mahal sunuyor bize. Kuzguncuk'un İcadiye'sinde yürümek ya da Bostan'ında olmak ya da buradan Koru'ya çıkmak... Peyderpey, fragmanlar halinde de olsa Boğaz'ı görmek ama Boğaz'ı da çok güzel iki köşk arasından görmek... Kuzguncuk bunu sunuyor ve bu aslında sürekli duyulara hitap ediyor. Atmosferik bir duygu veriyor. O atmosferik duygu da haliyle gitgide burayı, bizi de inşa ediyor. Projeleri de yapma konusunda teşvik ve motive ediyor.
AE: Çok sık seyahatlere de gidiyorsunuz, onlar size nasıl izler bırakıyor?
BA: Coğrafya, Anadolu, bir tasvir benim için. Coğrafyayı da tanımlarken aslında dağ ve ova isimleri üzerinden hep bakarım. Sonra birazcık enstrümanlarına, türkülerine, türkülerdeki şiirden tutun da enstrümanların değişimine kadar... Oğuz Aksaç'ın çok güzel bir çıkarımı var, Elazığ'da klarnet, Antalya'da sipsi... Her coğrafyanın, coğrafyasını tanımlayan ve bir parça da sesini tanımlayan enstrümanı var. Bunun aynısının haliyle mimarlıkta da yansıması var. Mimarlığın da müzik gibi çok eskiye dayandığını kabul edersek; nasıl bir dağı, bir tepeyi aştığınızda yeni bir taş, yeni bir toprak, yeni bir ağaç görüyorsanız ki hepsi birbirini de besliyor, türkülere başvurduğunuzda da bunun karşılığını görüyorsunuz.
Elimden geldiğince fırsat yaratıp gidiyorum, hiç vakte ya da başka birşeye acımadan... Ülkemizdeki en zengin konunun da bu olduğunu hissediyorum. Şanslıyım ki mimarlık da buradan beslenebiliyor. Sayısal bir meslek olmasına rağmen, çok fazla diyalog üzerine kurulu. O diyaloğun tamamen Anadolu'dan türediğini, geldiğini kabul edersek; o zaman aslında en büyük kütüphanelerden bir tanesidir o Anadolu seyahatleri.