"Kendi kültürünün, geleneğinin ne olduğunu bilmeyen kişilerin bilgisizliği uyarınca yapılan yapılar,'Bu geçmişin çocukları bunlar olabilir mi?' sorusunu akla getiriyor. Bana göre mimar, özellikle de bizim mimarlarımız, kültür birikiminin bilincinde olmalı. Mimarlık elbette ki insanlar için, bu çağda onlara insancıl oylumlar sunmak için yapılmalıdır. Onların gereksinimleri, mutlulukları, sağlıkları için çalışmak demek bu' diyor Cengiz Bektaş. Bektaş ile Kuzguncuk'taki bürosunun asma katında büro kavramını, mimarlığa bakış açısını ve kendi mimarlık serüvenini konuştuk. Bir mimar için hayati önem taşıyan kavramların anlamıyla başlayalım isterseniz; yapı nedir sizin için? Yapı benim için bir kimlik, bir organizmadır. Mesela Mihrimah, bir kadına duyulan yasak sevgidir. Şehzadebaşı bir hüzündür; karısı yüzünde ilk karısından olan çocuğunu öldürmüş bir adamın hüznüdür. Süleymaniye Süleyman'dır. Yazı gibi, yapı da bir süre sonra başını alıp gidiyor, sizi de peşinden sürüklüyor. Detay sizi kandırıyor. Mikelanj'ın altın orağından söz ediliyor, ama Mikelanj'ın mimarlığından hiç söz edilmiyor. Mimar yalan söylememeli dış yüzde de, ayrıntılarda da...Yapay konularla yapay gerçeklik duygusunu yitirmemeli... Bu yüzden beni detay çok ilgilendirmiyor. Beni yapıya bir kişilik bir kimlik verebilmek ilgilendiriyor. Bundan ötesi benim için teknoloji ve ayrıntıdan ibaret. Kendi kültürünün, geleneğinin ne olduğunu bilmeyen kişilerin bilgisizliği uyarınca yapılan yapılar, "Bu geçmişin çocukları bunlar olabilir mi?" sorusunu akla getiriyor. Bana göre mimar, özellikle de bizim mimarlarımız, kültür birikiminin bilincinde olmalı. Mimarlık elbette ki insanlar için, bu çağda onlara insancıl oylumlar sunmak için yapılmalıdır. Onların gereksinimleri, mutlulukları, sağlıkları için çalışmak demek bu Peki, büro nedir? Büro kavramı çok önemli çünkü, üretim buna bağlı. Aranızda sevgi ilişkisi olan ve kafaca anlaşabildiğiniz arkadaşlarla çalışmak çok önemli. Örneğin, bürodaki bütün arkadaşlarımla her yeri dolaştık biz. O gezilerimizin hepsi, büroda konuşurken, tasarlarken ortak sözcüklerimizi ve deneyimlerimizi arttırmak içindi. O deneyimler, sözcükler ve anılar üzerinden konuşabilmek içindi. Yani büro sizin için bir duygular öbeği anlamına geliyor öyle mi? Evet, öyle. Tasarım kısmının konuşarak, tartışarak, birlikte zaman geçirerek olması gerektiğini düşünüyorum. Duygu paylaşımına verdiğiniz önemden dolayı mı az kişiyle çalışmayı tercih ediyorsunuz? Kenzotaki'nin öğrencisi ....'nin bürosunda 170 kişi çalışıyor. Bir gün çalışanları topluyor ve "Ben mimarlık yapmıyorum" diyor. "170 kişiyle mimarlık yapılamaz. Ben menajer oldum. Bir mimar en fazla üç mimara yada üç teknikere iş verir. Onların da her biri üçer mimara ya da teknikere iş verir. Daha fazlası olmaz. Beni bağışlayın. Ben de böyle yapacağım" diyor ve mimarlık bürosunu dağıtıyor. Şimdi 17 kişi çalışıyorlar. İşte bu çok önemli. Ben de böyle düşündüğüm için en fazla 8 kişiyle çalıştım. Sayıyı arttırsaydım istemediğim işlere evet demek zorunda kalabilirdim. Önce yapmayı öğrenmek... Siz nasıl büro açmaya karar verdiniz? Ben önce yapmayı öğrenme taraftarıydım. Çünkü okul yapmak için altyapı verir ama yapmayı öğretmez. Okul bittiğinde beni ..... Almanya'ya davet etti. Almanya'ya gittim. Birlikte çalışabileceğim birini önermesini istedim. O zamanlar deha olarak kabul edilen ve daha çok duygu yönü ağır basan Branca'yı önerdi. Benim de aklımda Bavyera'nın Le Corbusier'i diye anılan Angerer vardı. Büyük bir şans eseri ikisi ortak girdikleri bir yarışmayı kazanınca birlikte büro kurdular. Beni de o büronun başına getirmek istediler. O yıllarda Almanya'da yeni mezunlara 540 mark maaş verilirdi. Beni 450 mark istedim. Angerer neden o kadar az para istediğimi sordu. "Sizden öğreneceklerimi hayatım boyunca kullanacağım" dedim. Kabul etti ve işe başladık. Branca ve Angerer haftada büroya geliyorlardı. Ben onlara düşündüklerimi, çizdiklerimi anlatıyordum. Proje bitti ve ben 800 mark maaş aldım. Angerer ve Branca'nın yanında bir projenin nasıl ele alınacağını öğrendim. Onlarla çalışmak benim için çok faydalı oldu. Bu büro açmak için ilk aşama idi. Almanya'da mı büro açmayı düşünmüştünüz o zamanlar? Hayır, ben orda yabancı bir yerdeydim. Ben kendi insanımın dilini biliyordum, kendi insanımın sorunlarını biliyordum. Türkiye'den başka hiçbir yer düşünmedim. Hatta Denizli'yi düşünüyordum ama boğulacaksan büyük denizde boğul dedim kendi kendime. Yani kafamda hep büro açma fikri vardı ama Türkiye'ye nasıl atlayacağımı düşünüyorum. ODTÜ'den öğretim görevlisi olarak çağırdılar o sıralarda. Üniversiteyi iyi bir adım olarak gördüm. Aynı zamanlarda İngiltere'de bir otel inşaatının başına geçmem istendi ama ben Türkiye'ye dönmeye; kendi memleketimde büro açmaya, kendi insanımın sorunlarıyla uğraşmaya karar vermiştim. ODTÜ'den çağrılmış olmama rağmen "en çok nerede verimli olabilirim" düşüncesiyle Ankara'da, İstanbul'da ve İzmir'de ikişer ay kaldım. Uygulananın, arananın ne olduğunu anlamaya çalıştım. Temel sorunum "Nasıl bir mimarlık?" idi. Tam benim istediğim gibi bir ortam olmamasına rağmen, basit bir matematik hesabıyla en verimli olabileceğim yerin Ankara olduğunu saptadım. Ve Ankara'ya yerleştiniz... Evet, Ankara'ya yerleştim. Fakat ODTÜ'de göreve başladıktan sonra anladım ki üniversite benim için yanlış bir yer. Çünkü üniversiteden dışarı çıkmamıza izin vermiyorlar. Lise hocalığı yapmamızı istiyorlar. Böyle bir zamanda çok sevdiğim bir arkadaşım ile 125 TL masrafla ilk büromuzu açtık. 1962 yılıydı. Büronun perdelerini bile kendimiz diktik. Nerede oturacağıma ve nerede büro açacağıma karar vermiştim zaten. O zamanlar mimarlık büroları Ulus'taydı, ben Kızılay'da büro tutum. Sonra büroyu 14 Mayıs Evleri'ne taşıdım. "Konya'ya mı geldik" diye alay ederdi büroya gelenler. Şimdi bütün bürolar oraya taşındı. "Bir insan önce coğrafyasını seçmeyi bilmeli" der, Nietchze. İlk işiniz neydi, peki? Büroyu açtık açmasına ama iş gelmiyordu bir türlü. O sıralarda İlhami Ural milli piyango binasının yarışmasını kazanmıştı. Detayları çizemiyordu ama. Bizden detayları çizmemizi istedi. İlk işimiz de o oldu. Fakat iş sonunda İlhami Ural parasını alamayınca biz de paramızı alamadık...(Gülüşmeler:) Sonraki beş buçuk yıl boyunca yarışma mimarlığı yaptım, 25 tane ödül kazandım. Ama beş buçuk yıl sonunda tanınmıştım ve iş geliyordu artık. Tanınmışken hala yarışmalara katılıyor olmayı gençlere saygısızlık olarak değerlendirdim. Bir de ciddiyetsizlik sorunu vardı. Ben, aldığım bir proje üzerinde en az altı ay çalışırım. Fakat yarışmalar için çok kısa süre harcıyordum. En uzun çalıştığım yarışma projesi Lizbon Büyükelçilik binasıydı, 20 günde çizdim. Bu da ciddiyetsizlikti bence. Bir daha yarışmalara katılmayacağıma dair söz verdim kendime ve bir daha katılmadım. Sonra İstanbul'a geldiniz... Ankara'da 4 büro yürüttüm. Sonra baktım ki Ankara'da yapamıyorum. Kütüphanelerim yok, üniversitelerim yok İstanbul'da herkes beni teknik üniversitede zanneder çünkü haftada bir ordayım. Baktım olmayacak. İstanbul'a gelmeye karar verdim. 1975 yada 1976'nın 15 haziranında "Bir sene sonra bu kapıya üç kamyon gelecek. Biri İstanbul'a, biri İzmir'e gidecek. Diğer kamyon da Ankara'daki büronun eşyalarını taşıyacak" dedim. Gerçekten de bir yıl sonra üç kamyon kapıya dayandı. Oradaki arkadaşlarımdan bazıları benimle İstanbul'a geldi. Uzun bir süre üç büro yürüttük. Bunlar birbirlerinden bağımsız çalışan bürolardı. Bin gün oturdum, büroda iyi bir şey üretmenin koşullarını yazdım. Mimarlık işliğinde üretenler arasındaki ilişkilerin düzeni üzerine bir öneriydi bu. Bu koşullara göre bir özyönetim işliği kurmayı önerdim. Arkadaşların kabul etmesiyle cesaretim daha da arttı ve doğrudan demokrasi ve herkesin doğrudan yönetime katılma yolunu sağlamak amacıyla "Özyönetim İşliğini" kurdum. İşlik, tam demokrasi biraz da sosyalizm üzerine kurulmuştu. Böylece hepimiz aynı parayı almaya ve aynı koşullar altında çalışmaya başladık. Bütün kararlar mutlak oy birliğiyle alınıyordu. Bir kişi karşı çıksa dahi o kararı alamıyorduk. Herkes biliyordu ki; herkesin kendisinin çalıştığı kadar verim alınır, altı kişiden biri çalışmazsa verim o kadar azalır. Bütün projelerimizi, büro yaşamını, maaşlarımızı böyle kararlaştırıyorduk. Bir gün çocuklar geldi ve aldığımız paranın yetmediğini, maaşları arttırmak gerektiğini söylediler. "Tamam, arttıralım ama iyi düşünün" dedim onlara. 15 lira olan aylığımızı 30 liraya çıkardık oy birliğiyle. Bu kez iki misli çalışmaya başladık. Çarşamba günü öğleden sonra tatil yapıyorduk, yapamadık. Haftasonu büro olarak gezmeye gidiyorduk, gidemedik. Geceleri de çalışmaya, geç çıkmaya başladık. Sonra çocuklar vazgeçtiler, "Eski maaşımızı almaya devam edelim" dediler. Çünkü yaşamak için gerekli olan paradan fazlasının kazanmaya kalkıştığınız zaman, o fazla para sizin insanlığınızdan yiyiyor. Özyönetim İşliği'nde 6 yıl çok verimli bir şekilde çalıştık. Sonra evlenenler oldu, bu süreçte bir takım anlaşmazlıklar doğdu. Özyönetim işliğini dağıttık. Daha sonra tekrar özyönetimi denediniz mi? Hayır, ondan sonra özyönetim kurmaya kalkışmadım bir daha. Çünkü insanlar temelden hazırlanıp gelmediği zaman, olmuyor. Yani insan bilecek ki, kendisinin düşünce ve çalışma biçimi nasılsa herkesinki öyle olmalı ki bu iş yürüsün. Böyle bir kültür alınmadığı için, herkes böyle düşünmediği için de olmuyor. Sosyalizm de bu yüzden olmuyor. İnsanlar demokrat olmadan sosyalist olmaya kalkıyor... Böyle olunca da en başa döndüm yine Cengiz Bektaş Mimarlık Bürosu'nu kurdum. "İstanbul kapitalizmin ekmeğine yağ yakıyor" Uzun süre Ankara, İstanbul ve İzmir'de olmak üzere üç ayrı büroyu yürüttüğünüzü söylediniz. Farklı kentlerde olmak, farklı çalışma ortamları sizin çalışma sisteminizi nasıl etkiledi? Az önce de söylediğim gibi birbirinden bağımsız bürolardı ama elbette ki üç ayrı şehirdeki üç farklı ortam çalışma sistemini etkiledi. İzmir'de yapılan mimarlıkla Ankara'daki farklı. İzmir'de proje yapılır, sonra anlaşma yapılır ve bankaya mal sahibiyle mimarın çift imzalı bir hesabı açılır. İşçiye ödemeyi mimar yapar. Çünkü eğer ödemeyi mal sahibi yaparsa, işçi mimarı dinlememeyi başlar. Bu yüzden İzmir'deki yapılar daha nitelikliydi. "İdi" diyorum çünkü artık değil, o mimar kuşağı bitti. Ayrıca İzmir'de mimar çizdiği işi yapar ama, Ankara'da öyle değildir örneğin. Bu çok önemli. 1969'da kendime kontrolluğunu almayacağım işin projesinin yapmayacağıma dair söz verdim ben. İstanbul ise her şey iş olarak algılanıyor. Etik yok. Her şey mübah olarak görülüyor. İstanbul'da bürolar kapitalizme yağ yakmak durumunda. Benim İstanbul'da işim yok. Çünkü İstanbul'daki işler sizi bir ilişki ağının içine sokuyor. Davetlere gitmek, toplantılara katılmak, şık giyinmek zorunda kalıyorsunuz. Ankara İstanbul'a özeniyor. İzmir daha iyi durumda. Bilgisayara rağmen çiziyorum İlk başlarda kurguladığınız büro kavramı ile bugünkü büronuz arasında farklı noktalar var mı? Maalesef çok değişiklik olmadı. Bu değişimin olmamasını da aslında bir eksiklik olarak görüyorum. Büroda değişen sadece aletler oldu. Bilgisayarlar var artık... Teknolojinin bu denli gelişmesi sizi nasıl etkiliyor? Bilgisayar yüzden de son zamanlarda zorluk çekiyorum. Çünkü bilgisayarla paylaşım olmuyor. Biz çizerken görünüş, kesit ve plan olmak üç şeyi bir arada görürüz. Ya üç çizime bakar, üç boyut görürüz. Fakat bilgisayar planı bir yerde gösteriyor, kesiti görmek için başka yere gitmeniz gerekiyor. Plana bir bakıyorsunuz hata veriyor. Bu durum ilişkileri de değiştiriyor. Bürodaki arkadaşlarınızla tartıştığınız, anlaştığınız gibi bilgisayarla anlaşamıyorsunuz. Çizmek bana bütün dertlerimi, sıkıntılarımı unutturuyor. Çizmeyi bırakmamaya çalışıyorum. Bilgisayara rağmen çiziyorum. Çünkü bir mimar çizmeyi bıraktığı zaman yavaş yavaş mimarlığı da bırakıyor demektir. Küreselleşme ile birlikte uluslararası mimarlık büroları oluştu. Mimarlık büroları denizaşırı, kıta aşırı ülkelerde iş yapıyorlar. Ortaklıklar kuruyorlar. Bu ne kadar sağlıklı? TRT'de yurttan sesler korosu vardı; Erzurum türküsü ile Isparta türküsünü aynı söylerlerdi. Öyle oldu. Sydney'deki yapıyla Dubai'deki yapı aynı. Artık binaların kimlikleri yok. Önce eskizler çizilir deftere... Bir projeyi çizmeye nasıl başlarsınız? Yanımda küçük not defterleri taşırım ben. İsmet İnönü'nün not alırken çekilmiş bir resmi vardı. Le Corbusier'in cebinde not defteri vardı ve Picasso'nun sayısız defteri vardı. Defter taşımayı, not almayı onlardan öğrendim. Çünkü bellek yanıltır... Bir şiire bakıp notlar alıyorum. Bir yapı için iki cümle yazıyorum bazen. Eskizle başlıyorum. O çizim işin esasını koruyor. Saptadığım bir şey var ki; genellikle ana hat olarak başlangıçta koyduğum bir kesitten çok kopmuyorum. Çünkü o ilk intibah. Sonra eğer benden ev yapmam istendiyse ben evlerini yapacağım insanları tanımak isterim. Kendi kardeşime bile ev yapacağım zaman 10 gün onlarda yaşadım ve ev yaşantılarını gözlemledim. Günlük yaşantılarında nelere ihtiyaçlarının olduğunu saptadım. Aynı şekilde Japonya'da yapacağım bir ev için beni davet ettiler. Japon kültürünü tanıdım. Amerika'daki bir arkadaşıma ev yapmak için 20 gün onunla yaşadım. Bir de yapıyı yaptığım yerde büromun olmasını önemserim. Otelde kalamam. Denizli'de iş yaparken eski bir Denizli evi kiraladım. Hem büro oldu orası hem de benim konaklama yerim.İzmir'de de dört katlı bir apartmanın iki katını kiraladım. Alt kat büro üst kat evim oldu. Eleştirileri çok önemserim. Aynı yöntemle çalıştığım arkadaşlarım çok iyi eleştiriler yapabiliyorlar ama ben örneğin çocuklara da fikirlerini sorarım. Bazen büyüklerden daha iyi cevaplar verebiliyorlar. Onların cevaplarına göre anlıyorum ki yapmışım ya da yapamamışım. "Aksi" bir adam diyorlar sizin için... Aslında kendi ayırmadan çalıştım arkadaşlarımla. Onlara hep balık tutmayı öğretmeye çalıştım. Fakat nasıl ki bir rejisör sette diktatör olmak zorundaysa, bir mimar da şantiyede diktatör olmak, sözünü dinletmek zorundadır. İster tatlı dille, ister kavga ederek... Sözünü dinletmenin en geçerli yollarından biri de işçinin yaptığı şeyi yıktırmaktır. Ben bu nedenle ters bir adam olarak tanınırım ama iş bittikten sonra bana teşekkür ederler...
|