Peki, gecekondu alanlarının rant bölgeleri haline dönüştürülme süreci nasıl başladı?
Fiziki uygulamaların başladığı sırada bir şey fark edilmişti: Kentin finansal karşılığı yüksek olan bölgeleri ile ucuca gelmiş olan ve değeri artan gecekondu alanları! Bu değer artışı bir anda herkesin gözünü açmıştı. Müteahhitler, arsa spekülatörleri, komisyoncular, emlakçılar...
2005 yılına gelindiğinde yürürlüğe giren sayılı 5393 sayılı Yeni Belediye Yasası, eskiyen kent kısımlarının yeniden inşasını ve restoresini öngörerek konut alanlarının, sanayi alanlarının, ticaret alanlarının, teknoloji parklarının, sosyal donatıların yapılabileceğini ve deprem riskine karşı tedbir alınması gerektiğini söyledi. Ayrıca şunu da ekledi: "Bu alanlardaki yapıların boşaltılması ve yıkılması için yapılacak iş ve işlemlerde kamulaştırma öncesi karşılıklı anlaşma esastır." Böylelikle kamulaştırmaya doğru giden yolu açmış oldu.
İlk defa 5393 sayılı yasanın 73. maddesi ile birlikte devlet hem mekansal, hem sosyal, hem fiziksel, hem de finansal olarak kaybettiği kent topraklarının değerinin fakına vardı. Bence bu yasayı diğer yasalardan ayıran en büyük özellik bu: Osmanlı sultanının, ulufe dağıtmasına benzeyen davranış biçimi bir anda değişti ve devlet bu yasa aracılığıyla da kibarca topraklara el koyuyoruz, biz değerlendireceğiz, dedi.
Pek çok bölgenin dönüşümünün gündemde olduğu bu dönmede siz nasıl bir çözüm öneriyorsunuz?
Eskiyen kent kısımlarının ya da dönüşümü gündemde olan bölgelerin gerçekten bir dönüşüme ihtiyaçlarının olduğu ortada, fakat önemli olan doğru kentsel dönüşüm projelerini uygulayabilmek. Kentsel dönüşümün doğru, gerektiği yerde, gerektiği biçimde ve gerektiği dozda uygulanması, bu uygulamalarda kentin tarihsel dokusuna ve yıpranmış kent dokusuna öncelik verilmesi gerekir. Kentlerimiz daha kaliteli, daha yaşanabilir, daha kimlikli olmak için kentsel dönüşüme konu olmalıdır.
Bizler kentsel dönüşümün sanki sihirli değnekmiş gibi öne sürüldüğü uygulamalara karşı çıkıyoruz. 5393 sayılı yasa ve 73. madde ellerinde sihirli değnek gibi, dokundukları her yeri kalkındırıyor, dokundukları her yerden rant fışkırtıyorlar. Belediyeler bölgelerin emsal bedellerini sıçratabiliyorlar! Dolayısıyla bu sihirli sopalar iyi niyetli bir kullanım olmaktan çok, art niyetli bir kullanıma olanak sağlıyor. Bir bakıyorsunuz kentsel yenilemeyi, restorasyonu gerektirmeyen alanlarda bu yasa el koymanın bir aracı haline gelmiş. Yasanın ruhuna uygun olmayan değişim ve dönüşümler yapılarak kentte kamuya ait bir takım araziler, perde gerisinde yapılan özel anlaşmalarla peşkeş çekiliyor. Yani, kamuya ait olması gereken rantlar özel kişilere ya da kuruluşlara dağıtılıyor! Bu hiç hak edilmemiş bir imar hakkının sadece dağıtılması değil, paylaşılmasıdır da. Dolayısıyla bu paylaşım, bizim bu tip uygulamalara karşı çıkışımızın ağırlık merkezini oluşturuyor.
Kentsel dönüşüm tek tip monolitik bir anlayışta yapılmamalıdır. Bu büyük bir hatadır. Adana'da yapılan dönüşümTrabzon'da yapılamaz, Diyarbakır'da yapılan İzmir'de uygulanamaz. Çünkü bu ülkede iklim farklı, bölgesel özellikler farklı, aile yapısı farklı, ihtiyaçlar farklı. Tekil bir bakışla kentlerimiz, şabloncu bir anlayışın ürünü olarak kurgulanıyor.
Genelde meseleye tek boyutuyla bakılsa da işin sosyolojik boyutunu unutmamak gerek. Şili'deki, Arjantin'deki, İspanya'daki, İtalya'daki toplu konut alanlarında sosyal değerlerin hızla çöktüğünü, suç oranının hızla arttığını, aile ilişkilerinin zayıfladığını görüyoruz. Türkiye'de ise 2981 sayılı yasayla karşılığını bulan imar affı uygulamaları sonucu yıllarca varoşların eziyetini, çamurunu çekmiş insanların kendi apartmanlarını yapmasıyla, gecekondu-apartman karışımı mekanlar ve ayrı bir kültür ortaya çıktı. Gecekondu zenginleri ortaya çıktı. Bunun yarattığı sosyolojik ortam, bunun dışında kalanları daha bir kamçıladı. Böylelikle gecekondular da çoğaldı.
Fakat biz meslek insanları olarak sadece 5393 sayılı yasanın 73. maddesine sıkıştırılmayan, insanların temel insan haklarını gözeten ayrı bir yasanın yanında olduğumuzu açıkça beyan ediyoruz. Hazırlanmasını istediğimiz yasanın oldubittiye getirilmemesini, yasa hazırlanırken meslek insanlarına danışılması gerektiğini söylüyoruz. Bizler iktidar ortağı değiliz, ama bu ülkenin paydaşlarıyız. Nasıl ki doktorların sağlıkla ilgili, avukatların hukuk ile ilgili söz söyleme hakları varsa mimarların, şehir plancılarının ve peyzaj mimarlarının da kent üzerine söz söyleme haklarının olduğunu düşünüyoruz.
Peki, hata en başında nerede yapıldı?
1984 sonrası ortaya çıkan ıslah planlama anlayışının alternatifi kurgulanabilseydi eğer, bütün bunlar yaşanmamış olacaktı. Kente geliş süreci itibariyle yanlış bir mekan düzenlemesi içinde yer almış olsalar da bu vatandaşlara, devlet yardım etmeliydi. Konutların iyileştirilmesi için uygun krediler vermeliydi. İyileştirme projeleri için mimar, şehir plancısı ve mühendislerden oluşan ekipler vatandaşlara yol göstermeliydi. Yani devlet, belediye eliyle vatandaşlara iki tür finans yardımı sunmalıydı: Birincisi vatandaşın ihtiyacına göre, doğrudan verilmeliydi, diğeri ise kamu eliyle bölgenin alt yapısını düzeltmek ve bölgenin sosyal donatılarını geliştirmek için kullanılmalıydı. Bütün bunlar yapılırken de o bölgelerde yaşayan insanların geleneksel yaşam alışkanlıkları, gecekonduların çevresine diktikleri ağaçlar, bahçeler korunmalıydı. Bunlar zor şeyler değil! Bunlar bu ülkenin teknik olarak kolaylıkla aşabileceği sorunlardı, yirmi yıl önce. Şimdi ise devlet bunların üstesinden hayli hayli gelir.
Fakat bunun yerine haksız rantı kamçılayan, iştahları kabartan devrin başbakanı Turgut Özal, bir tapuyu hak eden gecekonducuya dört tapu verdi. Bir ülkenin başbakanı çıkıp da televizyondan halka haksız kazancın dört katını vermeyi vaat ediyorsa zaten çivi orada çıkmış demektir. Bu yeni liberalizm falan değil, düpedüz vahşi liberalizm. Hatta bu "yeni tutuculuk" karın muhafaza edilmesi demek, manevi değerlerin değil... (Gülüyor)