İstanbul'un giderek büyüyen, gelişen ve kültürel anlamda da kültürel açıdan da endüstrileşen bir kent haline dönüşmesi mimarların da önemini artırdı. Emre Arolat Mimarlık'ın adı son günlerde özellikle Santralistanbul içinde yer alan Çağdaş Sanat Müzesi'yle sıklıkla gündeme geldi. Santralistanbul projesinden bahsedebilir miyiz? Nasıl bir çalışma gerçekleştirildi?
Mimari yönüyle bütün yerleşkenin genelinde alınmış kararlara uygun bir yapı oluşturduk. Orada, yapı olarak 3 ana türümüz var. Bir tanesi zaten kendisinin değerli olduğunu düşündüğümüz, neredeyse tozuyla saklamaya çalıştığımız ve çok da fazla değiştirmeden kendisini sergileme potansiyeline sahip olduğunu düşündüğümüz, anıtsal yapılar. Büyük bölümü bir enerji müzesi ve bir kütüphane olarak düzenlendi. Enerji müzesi bölümünü Han Tümertekin üstlendi, kütüphane bölümünü ise Nevzat Sayın yaptı. O noktada ikinci tür diyebileceğimiz tür, aslında çok anıtsal olmayan, rezidans gibi, depo gibi daha önce kullanılmış olan, kısmen yenilenen, kısmen belli yerleri hafiften kılık değiştiren bir anlamda restore edilen binalar. Bir üçüncü tür ise daha evvel yerinde eski yapıların bulunduğu ama biz o projeye dahil olduğumuzda hiçbir şekilde olmayan, yerinde durmayan yapıların yerlerine yaptığımız bir tür rekonstrüksiyon denilebilir. Ama rekonstrüksiyon özellikle Türkiye'de alışıldık manasıyla, eğer elde bütün verileri varsa, planlar, eski çizimler, fotoğraflar varsa, tam olarak eskisinin aynısını inşa etmektir. Biz burada bildiğim kadarıyla Türkiye'de ilk defa böyle bir yorumlu rekonstrüksiyon yaptık.
Bunun nedeni bilgilere ulaşamamış olmanız mıydı?
Bilgilerin tümüne eksiksiz olarak ulaşmamıza karşı aslında buranın yeniden bir elektrik santrali olarak değerlendirilmeyecek olmasıydı diyebilirim. Bu türden rekonstrüksüyonları klonlama gibi görüyorum, mumyalanmış bir şeyi, ölmüş bir şeyi diriltip yeniden canlandırmak gibi görüyorum. Ama orada çok önemli bir şey vardı, bizim yaptığımız ilk yer okumalarında buranın ciddi bir yapılar yığınından oluştuğunu ve bu yığını tamamlayan her yapının aslında bütün içinde önemli olduğunu görmüştük. Ondan eksilen iki tane büyük kazan dairesi aslında bizim Çağdaş Sanatlar Müzesi olarak yerine yapılandırdığımız yapılar. Onlar aslında yanındaki yapılar gibi üçgen frontları olan, çatıları eğimli olan, hatta bir kısmı çok daha fazla artiküle edilmiş yapılar. Ama tam bir elektrik santralinin kazan dairesi olarak inşa edilmişlerdi ve bütünsel olarak baktığımızda çok da işlevsel şeylerdi. Yani ona formunu getiren şey aslında işlevin ta kendisiydi, ama bir mimari yapı değildi. Öyle olunca elektrik santrali olarak kullanılmayacak bir şeyin, sanki öyle kullanılacak gibi, bu kadar fonksiyonel bir şey olarak ortaya çıkan formu tekrar etmek ve o yığını tamamlarken eskisinin aynısını klonlamak da bize oldukça problemli olarak göründü. Biz eski yapıların gabarilerini kullanan, gözünüzü kıstığınızda o yığını tamamlayan ama açıp da merakla baktığınızda tam da eskisinin aynısı olmayan iki yapıyı birbirine bağlayarak bu müzeyi meydana getirdik. Bunu yaparken daha tektonik bir yaklaşımımız da vardı. Orada eski yapılar, gerek kazan daireleri gerek tribün yapıları bir iç ağır çekirdekten ve onu sarmalayan, örten bir standarttan oluşuyor. Çekirdek çok ağır betonarme oluyor her seferinde, diğeri ise çelik bir yapı. Aslında o binaların büyüklüğünü veren şey, dışındaki zarf. İçine baktığınız zaman büyük bir boşluk var. Ve hiçbir zaman zarfla çekirdek birbirine değmiyor.
Bu müze sergileme alanı olarak bir avantaj sağlamadı mı?
Eski yapıdaki tektoniğini yeni yapıya da taşıdık bir anlamda. Belki biraz çekirdeği büyüttük ama zarfla çekirdek arasındaki mesafeyi koruduk iki yapıda da. İçerideki dolaşım bölgesiyle, dış cephe arasında bir boşluk var eskiden olduğu gibi. Tabii bunlar bize yeni yapıda bir takım avantajlar bir takım da zorluklar getirdi. Bir anlamda yer kaybı olduğu da söylenebilir, ama eskiden de böyleydi. Bir başka şey ise, bu yapıların yüzey etkileri bakımından, yani dışarıdan bakıldığındaki yüzey etkileri açısından bir nevi tarafsızlık oluşturmalarıydı. "Her yeni yapılan yapı o günü yansıtmalıdır" diye bilindik bir söylem vardır. Burası tam da öyle bir yer değil. Bu yapı bugün bile yapıldığı tarihi çok yansıtan bir yapı değil. Bugünden 5 yıl sonra biri bu binayı gördüğünde, yapının ne zaman yapıldığına dair ciddi kuşkular uyanabilir kafasında.
Çağdaş Sanat Müzesi için zamansız bir yapı diyebilir miyiz?
Zamansız kelimesini fazla iddialı buldukları için kullanmak istemedim aslında ama şöyle diyebiliriz; tam çağdaş gibi davranmaya başladığı noktada yüzünü bir anda geçmişe dönen, ama onlara çok benzemeye yüz tuttuğu noktada da bugüne dönen bir yapı burası. Böyle arada duran bir şey olması bizim arzu ettiğimiz bir şeydi. İtiraf etmem lazım ki, bir sürü yapıda bir sürü şey arzu edersiniz ama bittiği zaman tam olmaz hiçbirşey. Ama bu yapıda arzuladığımız herşeyi neredeyse tama yakın yaptık. Bu yapı spesifik yerde bulunması ve bu spesifik işlevi nedeniyle çok şanslı bir yapı. Ama bu şans, ancak böyle bir yapı yapıldıktan sonra iyi bir şans haline dönüşebilirdi. Çünkü orada çok berbat bir şey de yapılabilirdi. Mimarlıkta şöyle bir şey vardır, bitmiş bir projeye bakarsınız mesela, "zaten bu başka türlü nasıl yapılabilirdi ki" dersiniz. Öyle dediğiniz andan itibaren o aslında çok basitmiş gibi kavranmaya başlanır. Halbuki o basit şeyi bulmanız için çok fazla şey dolaşmanız gerekir. Babamla çok yaşadım ben bunu. Ben bir proje çizdiğimde ve ona gösterdiğimde çok zaman "bu başka türlü nasıl olabilirdi ki" derdi. Ama bunlar yarışma projesiydi, yarışmaya gönderilirdi ve ona benzeyen bir tane proje bile çıkmazdı. Herkesin düşündüğü bir şey değildi demek ki. Çağdaş Sanat Müzesi de aslında böyle bir yapı. Başka türlü olamazdı, sistem başka türlü kurulamazdı gibi gözüküyor ama doğrusunu söylemek gerekirse ilk çizildiği zaman da herkese çok ters gelen bir yapıydı. Kimsenin benimsemediği, gerçek anlamda benimsemekten kaçındığı, hatta tasarımın belirli aşamalarında ortaklarımın bile bazı noktalarını benimsemediği bir yapıydı. Nevzat'la zaman zaman dertlendiğimiz oldu, cephe konusunda mesela. Ama şu anda bittiğinde hepimiz genel olarak memnunuz yapıdan. Şimdi sanki bu yapı mutlaka böyle olurmuş zaten gibi diye düşünüyoruz. Halbuki bin türlü olabilirdi. Bence burada olması, ve entelektüel çevrenin de tüketeceği bir yapı olması buranın şansı. Biz bir sürü yapı yapıyoruz, ama sözgelimi Dalaman Havalimanı'na sadece turistler geliyor, Türkler yurtdışına çıkmadıkları sürece oraya girmesi yasak. Antalya'da bir otel yapıyoruz, Türklerden çok Almanlar, Ruslar görüyor. Başka bir yerde kapalı çevre tüketiyor. Bu tür kamusal yapılar bizim ihtiyacımız olan yapılar.
Yer kaybı olarak da algılandı dediniz. Her bulduğumuz hacmi doldurmak zorundayız diye bir anlayış mı var?
Aslında burası için öngörülen metraj, yani imar durumunun öngördüğü metraj buydu, bundan daha fazlası değildi. Biz burada zaten sonuna kadar bunu kullanmış durumdayız. Burada bu yorumu yaptığımız için bu yapıyı söz gelimi 10 bin metrekarelik katlar toplamıyla çözeceğimize 7 bin metkekareyle çözdük, ama bu hakkımızı başka bir yapıya devrettik. Toplam metraj sınırlı çünkü. Burada eğitim yapılarına devrettik mesela o 3 bin metrekarelik fazlalığı. Ama bu yapıyı kullanacak ve yapının içinde sergiler açacak olan takım hep büyük bir bina istediği için bu binayı genellikle küçük buldular, keşke daha büyük olsaydı diye hayıflandılar. Kendi açılarından bakıldığında haklılar, 30 misli büyük olabilirdi. Ama yapacak bir şey yok çünkü bu bina bu kadar.
Santralistanbul'un geneline modern bir külliye gözüyle bakarsak, hedeflenen şey civardaki doğal ortamdan kopuk steril bir külliye mi yoksa o ruhu da yaşatan bir külliye mi?
Aslında benim kafamda imkansız bir proje bu. Bazen böyle şeyler olur, oyunu baştan kaybettiğinizi bile bile oynarsınız. Benim için böyle bir proje bu bütününe bakıldığında. Santralİstanbul'a ilk girdiğimdeki hissiyatım, oranın tozu toprağı, hatta mevcut peyzajıyla korunması gerektiğiydi. Ama içinde aslında insanların yaşamadığı ve hatta hiçbir zaman da eğlenerek bulunmadıkları bir yapıdan bahsediyoruz. Orada insanlar ter içinde kömür boşaltıyor, çok iyi bir ihtimalle oradaki lojmanlarda oturanlar evlerine gidiyorlar ve zaten oradaki tek iyi şey o evlerde geçiyor. Onun dışındaki esas anıtsal yapılar dediğimiz yapılarda insan yok, kömür, buhar, ateş var. İnsanlar büyük acılar da çekiyor, zaman zaman patlamalar oluyor, ölenler oluyor. Mesela, kendisini ateşten korumak için işçilerin yaptığı demirden koruganlar vardı o binaların içinde. Yani bambaşka bir durumdan bahsediyoruz. Biz orada lay lay lom neşeli bir şey yapıyoruz. O ruhun tamamen korunması gibi bir şey sözkonusu değil. Orayı neşelendirdiğimiz ölçüde o ruh yokolacaktır. O zaman yapısal olarak sanki o ruh varmışcasına davranmaya çalışmak aslında paradoksal bir şey. Ama biz herşeyin bilincinde olarak, bu ikilemin üstüne giderek davranmayı seçtik. Doğrusunu söylemek gerekirse başaramadık. Başaramamızın altında pek çok sebep var. İlki, bu tür işler genelde çok uzun süreye yayılarak yapılır evrensel normlarda, biz çok kısa sürede tamamladık. Onun dışında da buranın genel peyzajında yapılan hiçbir şey benim memnun olduğum anlamda yapılmadı. Kontrolümüzün dışında imal edildi. O yüzden o ruhun korunabildiğini düşünmüyorum. Steril dahi olduğunu düşünmüyorum. Ama bunun zaman içinde iyi olacağını düşünüyorum, steril tarafa geçseydi iyice kötü olabilirdi. Ama şu anda gayet vasat bir durumda. Kötü tasarlanmış bir vasatlık...
Sonuçta tarihi dönüştürdük, bir işçiye takım elbise giydirdik ve onunla çalışmasını mı bekliyoruz?
Ama varolan şey buydu. Orası da bu kontekstte değerlendirilmeli, o yüzden baştan kaybedilmiş bir oyun dedim. Çaresiz bir durumdu çünkü yapacak bir şey yoktu. Ben o çaresizliği her safhada hissettim. Bilgi Üniversitesi'ndeki atölyede öğrencilere de bu konuyu verdik proje sürerken, 15 tane farklı çağdaş sanat müzesi projesi çıktı. Neticede ortaya çıkan şeyin çok arızası var bence, ama bu arızalar da herşeye rağmen gün içinde unutulacak şeyler gibi geliyor. Çok açılışta bulundum bugüne kadar ama bu kadar samimi bir beğeniyi ilk defa yaşadım. Açılış gecesinde beğeniden çok şaşkınlık vardı. Herkes beğendi, tebrik etti ki ilk aşamalarda ortaklarımla bile ters düştüğümüz durumlar oldu. Ama sonuçta herşey unutuldu. Sanki bu yapı mutlaka böyle olurmuş gibi düşünüyoruz.
Yapıların proje haliyle, inşaat aşamasından sonraki hali arasında zaman zaman büyük farklar, kayıplar yaşanabiliyor. Bu kaybı neye bağlıyorsunuz?
Zaman zaman uygulamasına hakim olamadığımız projelerde kayıplar oluyor. Son 5 yıldır müthiş bir inşaat patlaması yaşanıyor. Tekstilcisi, boyacısı, ilaçcısı kim varsa herkes inşaat yapıyor. Eskiden şantiyelere gittiğimizde bir sürü adam elektrikçisi, teknisyeni vesaire işimizi öğretmeye kalkacak diye ürkerdik gitmekten. Doğrusunu söylemek gerekirse son zamanlarda bırakın ürkmeyi, oralarda oraların kralı gibi dolaşmaya başladık. Herkes herşeyi bize soruyor, kimse bir şey yapmayı bilmiyor çünkü. İnşaatla hiçkimsenin ilgisi yok. Beton nasıl dökülür, brüt beton kalıbı nasıl alınır diye bana soruyorlar. Ben her şantiyede bunu anlatmaya başladım bir projeci olarak. Bu anlamda kayıplar artıyor. Eskiden projelerdeki eksiklikler bizim için çok zordu, şimdiyse proje alınıyor, bir tarafa konuluyor ve sizin projede çizdiğinize benzeyen bir şey yapmaya çalışıyorlar.
Bu noktada siz mimar olarak ne kadar müdahele edebiliyorsunuz?
Sonuna kadar etmeye çalışıyoruz. Şöyle söyleyeyim, ben sinir hastası olmak üzereyim. Herkes ilk toplantıda "mimari projeye uygun yapacağız" diyor ama proje bittiği andan itibaren proje rafa kalkıyor, şantiyeye gittiğinizde proje arıyorsunuz, bulamıyorsunuz. Çok ısrar ederseniz, beş versiyon öncesindekine benzeyen bir şey çıkıyor, gönderdiğiniz diğer revizyonlar pırıl pırıl raflarda duruyor. Türk standartlarına uygun bir inşaat normu bu. İnşaat sürecini kameralarla da takip edebilirsiniz ama bunun için de ciddi mesai yapmanız, zaman harcamanız gerekiyor. Bunun için de kimse size ekstra bir şey ödemiyor. Hatta zaman zaman sizin oraya gitmenizi bile istemiyorlar, bu bela herif geldi bir şey söyler de iş uzar diye. Mesela, Dalaman Havalimanı'nı bitiriyorduk, ilk uçak yanaşmasına 20 gün kalmıştı, patron arayıp "rica ediyorum bu hafta gelmeyin, yoksa açamayacağız" dedi. Hakikaten de gitmedim. Hatta ilk uçak inişini de göremedim, çok üzüldüm.
Uygulama sonrasında yaşanan aksaklıklar çoğu zaman mimara mal ediliyor. Böylesi durumlarla karşılaşıyor musunuz?
Müdahele şansımız olduğunu sanarak, hala Don Kişot gibi değirmenlere saldırmaya devam ediyoruz. Neticede bu bir rasyoneldir, gerçekten bir rasyoneli varsa yaptırabiliyorsunuz yoksa da istediğiniz kadar bağırın çağırın bir şey olmuyor. Dalaman Havaalanı'na gittik ve bir koca dosya hazırladık, bunlar olmamış diye. Otoparklar peyzaj projesine göre imar edilmedi mesela. Ağaç dikmeleri gerekiyordu olmadı. Ya da bizim düşündüğümüz kaldırımı yapmadılar, onun yerine ona benzeyen bir beton döktüler, o betonun üstüne de 5 cmlik bir parça döktüler. Bu sene 4 kişi düşüp çenesini kırmış. Bu kimin sorumluluğundadır mesela? Mimarı suçluyorlar tabii. Ödül almış adam bunu bile düşünmemiş diyorlar. Ya da daha tehlikeli durumlar da olabiliyor. Bir ara orada cam korkuluklar vardı, ama o korkuluklar bizim verdiğimiz kalınlıklarda yapılmadı. İki tane sarhoş turist birbiriyle kavga edip korkuluğun üstüne dayansa 18 metre aşağı düşecek, sağ kalmasına imkan yok. Biz bütün bunları sürekli yazılarla bildirmek zorunda kalıyoruz. Çünkü herkes mimarı suçlar. Şu anda çok önemli bir resmi görevde bulunan biri "Emre Arolat'ın yaptığı binaların çatısı akıyor" demiş. Çünkü Kemerlife'tan bir ev almış ve çatısı akıyormuş. Sanki izolasyonu ben sürüyorum oraya... Bir tanesinin çamaşır makinesi bozuluyor onun da suçu bana ait oluyor. Böyle şeyler oluyor maalesef.
Biz Dalaman'a iki yıl boyunca her hafta gittik ve büyük büyük notlar tuttuk. Ama bu inşaatı yapan firma şimdiye kadar bir apartman inşaatı bile yapmamış. Toplama bir ekip var. Uluslararası bir havalimanı yapıyoruz neticede. İlk toplantının bitiminde ben "yandık" dedim, bizim yapmamız gerekiyor herşeyi.
Uygulamacıyı siz seçemiyor musunuz?
Bazen seçebiliyoruz. Bu proje devletin elinde olduğu için böyle bir seçim yapma şansımız olmadı. Devlet bir yarışma açıyor, bu proje üzerinden yapılıyor inşaat da. Üzerinden 5 yıl geçmiş, o sırada 11 Eylül olmuş, uçaklar kaçırılmış, sistemler değişmiş, bütün teknoloji yenilenmiş ama yine de 5 yıl öncesinin projesiyle yap-işlet-devret ihalesi yapılıyor. Ondan sonra da sizi müteahhitin kucağına bırakıyor, paranı da ondan al diyor.
Böyle bir sıkışıklıkta mimar olmak istemiyorum dediğiniz oluyor mu? Böylesi büyük bir projede hala sorunlar yaşıyor olmak "yeter artık" dedirtiyor mu?
Evet, bunu söylediğim günler sıklıkla oluyor ama çok kısa sürüyor. Çok fazla sorumluluğum var. Söylesem çıngar çıkar, bir sürü müşterim var. Kendimi ciddiye almamaya çalışıyorum.
Gündemi uzun süre meşgul eden karayolları arazisi üzerinde yapılacak Zorlu Center yarışmasına, uluslararası bir partner olmadan katıldınız. Yarışma hakkında neler düşünüyorsunuz? Sizce nasıl bir süreç yaşanacak?
Yarışma kriterleri hakkında epey konuşulduysa da, ben bu kriterlerin iyi düşünülmüş bir kriter dizisi olduğunu düşünüyorum. Yabancı konsorsiyumların faydasına inanmıyorum. Yabancı mimarlık ofisleriyle işbirliği genelde tasarım kararlarının Türkiye dışında alındığı, hamaliyenin Türkiye'ye kaldığı ortaklıklara dönüşür. Ama bu liste içinde iyi bir potansiyel taşıyan ortaklıklar da var. Ben yine de yarışmaya tek başına katılan yurtdışı büroları ve tek başına katılan Türk bürolarını daha doğru buluyorum. Yarışma döneminin kısa tutulmasının problem olmadığını düşünüyorum. Biz çok kısa sürelerde cengaverce çalışabilen ve buna alışkın bir büroyuz. Ama Avrupa büroları böyle olmadığı için süre uzatması istendi. Biz yarışma projesini de bitirdik. Ne yapacağımız da gayet iyi biliyoruz. Ama süre çok az. Uygulanabilir bir proje haline gelmesi 6 ay gibi bir süre, ki bu süre de çok sıkı çalışılırsa olur. Çok parametreli bir durum var ortada ama biz bu projenin kamusal motivasyonlarının üzerinde duruyoruz. İçinde yaşadığımız kapitalist düzenin bütün örüntülerini damardan sonuna kadar kullanan mimarlar da var. Biz öyle düşünmüyoruz.
Bugüne kadar yapmak isteyip de yapamadığınız bir proje oldu mu?
Yaklaşık 20 yıldır profesyonel mimarlık yapıyorum, kaybettiğime üzüldüğüm tek iş Sabiha Gökçen Havalimanı'dır. Bugün ihaleleri yapıldıkça hala içim tuhaf oluyor. Çünkü gerçekten İstanbul için çok önemli olduğuna inandığım ve çok iyi yaptığımız bir projeydi. Başka bir proje için bunu söylemeyebilirim ama gerçekten yapılsaydı İstanbul için çok iyi olacaktı. Biz çok önemsemiştik ve yerle kurduğu ilişkinin çok iyi olacağına inandığım bir işti. Maalesef Savunma Sanayi Müsteşarlığı, Sabiha Gökçen'i Atatürk Havalimanı'nın gölgesinde kalması gereken bir proje olarak yönlendirdi jüriyi de seçim kriterlerini de. Halbuki bugün ihaleyi alan firmanın patronunu dinlediğimizde böyle bir söylemleri yok, Atatürk Havalimanı'nın önüne geçmek iddiaları var. Yeni proje konusunda bir fikrim yok ama bizim projenin bu şansı iyi kullanacağını biliyordum. Yapılmaması çok büyük eksiklik olacaktır bence. Diğer proje kötüdür demek istemiyorum ama bizim projemiz çok iyiydi.
Dalaman Havalimanı projesiyle, geçtiğimiz yıl dünyadaki en önemli mimarlık ödüllerinden biri olarak kabul edilen "AR Awards for Emerging Architecture" ödülünü kazandınız. Ödüller mimarlık anlayışınızda bir fark yaratıyor mu?
Çok uluslararası yarışmaya katılmıyoruz. Geçtiğimiz yıl aldığımız ödülleri bizden çok müşteriler sahipleniyor. Narlıdere'de yaptığımız projenin tanıtım gecesi davetiyesinde "ödüllü mimar Emre Arolat" diye yazmışlar mesela... Biraz utandım. Beni rahatsız eden esas şey aslında, statünün işin önüne geçtiği durumlar olması. Siz sadece ödüllü mimar olduğunuz için gelip kafasındakini size yaptırtmaya çalışan müşteriler oluyor. Bana bir şey empoze edeceksen niye bana geliyorsun ki? Gerçi son zamanlarda yok denecek kadar azaldı. Müşterinin "Emre Arolat bana lazım olanı yapar" demesi lazım.
Emre Arolat, durum odaklı bir mimari tasarım pratiğini sürdüren, her yeni projede yeni bir yaklaşımla mimarlık icra eden bir meslek anlayışına sahiptir diyebilir miyiz?
Genellikle mevcut durumu sorgulayan, onun problemleriyle uğraşan ve mimarlık üzerinden o problemleri çözmeyi deneyen bir yaklaşımımız olduğunu söyleyebilirim. Bunlar tabii dünya üzerinden baktığımızda çok küçük denemeler. Ama yapabildiğimiz bu kadarı. Dünya görüşümüzün oluşturduğu bir mekanizma var. Her seferinde yaptığımız projelerle bu mekanizmayı ortaya dökerek, o dünyaya bir takım eklemeler çıkarmalar yapmaya çalışıyoruz.
Türkiye'nin mimarlık gündemini nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye'nin mimarlık gündeminde bugün çok eksiklikler olduğunu düşünüyorum. Mimarlık gerçek anlamda değerini bulmuyor.
Mimar hak ettiğini kazanıyor mu? Mimarlık kendi içinde yapılan uğraşının sonucunda ortaya çıkan yapılar üzerinden herhangi bir işe yarıyor mu? Ya da mimarlık felsefe olarak toplumda herhangi bir kapı açıyor mu? İşe yarar bir platform oluşturuyor mu? Mimarlar yaptıkları işin hakkını veriyor mu?
Genelde hayır. Böyle olduğu için de toplumun mimarlıktan beklediği şeyler çok kısıtlı oluyor; mimarlar toplumun gözünde bir şey çizen insanlar olarak kalıyorlar. Mimarlık aslında bir söz, bir düşünce üretme ve üretilen şeyin yapısallaştırılmasıdır diye bir tarif yapabiliriz. Ben her zaman şunu söyledim, mimarlar gerçekten tembel oluyorlar. Düşünce tembeli mimarlar. Çok üretken olsalar bile ürettiklerini sorgulamıyorlar. Dünyada neler olup bittiğini gerçekten anlamak için fedakarlık yapmıyorlar. Kendi ofisimde çalışan pek çok arkadaş için de net söyleyebileceğim bir şey. Bir buçuk yıl boyunca çizdikleri bir yapıyı bittikten sonra görme zahmetine katlanmayan çok insan var. Müze görmemiş mimarlar yüzde 90 diyebilirim. Böyle bakınca, mimarlık böyle yapıldığı sürece değerini tabii ki bulamaz.
Birbirini andıran yapılar yapmak yani üslupçu bir anlayışa sahip olmakla pek ilgilenmiyorsunuz. Öte yandan Brüksel'deki Kraliyet Depoları'nın yeniden yapılandırılması işiyle Çağdaş Sanat Müzesi birbirine yapısal olarak andıran projeler. Bu iki proje ekseninde, Avrupa ve Türkiye'deki mimarlık anlayışlarını kıyaslayabilir miyiz?
Yapısal olarak; Brüksel'deki Kraliyet Depoları, Çağdaş Sanat Müzesi kadar iyi bir bütünsellik taşımıyor. Çağdaş Sanatlar Müzesi bizim için çok özel bir yerde duruyor. Ama oranın rezidans kısımlarına bakmak bile istemiyorum, bizim istediğimiz gibi olmadı. Brüksel projesi de 550 bin metrekarelik Kraliyet Antreposu'nun dönüştürülmesi işiydi. Bir gece Belçikalı bir arkadaşım aradı, sabah Brüksel'e geliyorsun çok güzel bir proje var dediler. Ben de sabah kalktım gittim, gezdim yapıyı, o sırada başka bir mimar çalışıyordu ancak onun çalışmaları işveren açısından tatmin edici olmamıştı. Ben de gittim orada birşeyler söyledim ve hemen işi aldık. O yüzden bir rüyaydı. Ama onlarla da uzlaşamadığımız noktalar oldu. Mesela bir patinanın korunması üzerine kurmuştuk dünyamızı ama patinayı boyadılar. Aslında işi de bunun üzerinden almıştık, yapılmış bir şeyi eleştirdiğimiz için almıştık ama uygulanmadı.
Avrupa'da bina yapmak en büyük hayalimdi. Rem Koolhas'ın bir resmini görmüştüm, bir binasını kontrole gidiyordu Masserati'sinde, işte mimar oldun mu böyle olacaksın falan diyordum ben de kendime. Uluslararası bir çalışma yapmayı çok istiyordum. Ama Brüksel'de çalışmanın bir getirisi olmadı. Bittiği zaman Türkiye'den hiçbir farkı olmadığını gördüm. Aynı bürokrasi, aynı şeyler... Avrupa sevdası da orada bitti. Böyle dönemler de oluyor ama tanrıya şükür ki geçiyor.
Siz mimarlığı "bilinenleri unutup yeni duruma göre tasarlamak" cümlesiyle tanımlıyorsunuz. Bu anlamda, son yaptığınız işlerden biri olarak Maslak'taki kırmızı alüminyumdan dış cephesiyle dikkat çeken plazadan bahsedersek, mimar kışkırtıcı da olmalıdır diyebilir miyiz?
Mimarın bir sözü mutlaka olmalı. Bu söz kışkırtıcı bir şey olabilir, ama her seferinde bu olamaz tabii ki. Maslak uluslararası sermayenin dahi kendisini en fazla yapısallaştırdığı bir yer. Bu anlamda Maslak'taki bütün binaları soyun, camlarını plastiklerini indirdiğinizde inanılmaz rasyonel bir kurguyla karşılaşırsınız. Ne zaman üzerine bir şey giymeye başlıyor o binalar, bambaşka bir şeye dönüşüp rüküşleşiyorlar. Madem ki bir giyinmedir söz konusu olan, bu giyinmeyi en damardan biçimde nasıl yapabiliriz ve bunun bir giyinme olduğunu nasıl itiraf edebiliriz diye düşündük. Yani gündüz kıpkırmızı bir elbise olarak kendisini gösterecek gece olduğunda da o elbise aydınlatılmayacak, içerdeki pür sistem aydınlatılacak ve içi çıkacak aslında. Maslak'taki bütün ikilemin bir sureti olabileceğini düşünüyoruz. Amacımız o. Onun için bu bina o kadar afilli. Eğer bir elbise giyecekse böyle bir şey giysin dedik. Tasarım kendi başına bir çok şeyi evirip çeviriyor. Bir kartonun üzerine kırmızı çizgi çizip "Prada" yazdığımızda nasıl fiyatının arttığını biliyoruz. Mimar da mimari tasarımında ister istemez bir takım durumların ajanı haline geliyor. Bu dünyaya karşı durarak da üretim yapabilirsiniz. Maslak projesi gibi, Siemens'e yaptığımız proje gibi veya Akkök Grubu'na yaptığımız Yalova Kültür Merkezi gibi.... Bu anlamda tabii ki evet mimar bir takım imgeler üretiyor, bunlar kapitalist düzen içinde kolay kavranabilir ya da zor kavranmasıyla değer kazanan imgeler. Ama bizim seçtiğimiz yol her seferinde özgürleşmek ve bununla kavga etmeye devam etmek. Ama bu kavga dışarıda durarak değil cepheden yüzleşerek yaptığımız bir kavga.