Yapı nedir sizin için?
Mimarlar genellikle yıkılacak bir şey yaptıklarını unutuyorlar. Yapı benim için yıkılacak bir şeydir. İkinci olarak da yapı, eğlence demek. Yapının en büyük özelliği büyük olması. Yaşamınızda kibrit kutusu görüyorsunuz fakat bina bundan milyonlarca kat daha büyük. Farkında olmasak bile büyüklüğün insan yaşantısına etkisi var.
Ormanda kendinizi doğanın bir parçasıymış gibi özgür hissederiz, mekandan etkileniriz yani. Kentte ise kendimizi kente ait hissedersiz. Kötü yollardan geçersiniz ve kendinizi o berbatlığa ait hissederiz. Kente dair kötü pek çok şey var; balkonlarda çamaşır ipleri, çöpler, camda uydu antenleri ve kötü binalar... Bizden önceki insanlar çok kötü bırakmışlar kenti. Oysa Paris'te örneğin yolda yürürken mutlu oluyorsunuz. "Bu yolu tasarlayanlar ne kadar iyi iş yapmış" diyecek ve kendinizi o iyiliğe ait hissedeceksiniz. Bu iyilik size mekan tarafından verilecek yani.
Ankara'da da İstanbul'da da mimarlık yapmış biri olarak iki il arasındaki mesleki farklılıkları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Önceden Ankara-İstanbul arası uçurum yoktu. Devlet işinin çok yapıldığı Ankara kendine göre bir güçtü. İnşaat firmalarının bir dolusu Ankara'daydı, çok mimarlık bürosu vardı ve yarışmalarda Ankaralı mimarların adı çok geçerdi. Ama o dönem dünya genelinde mimarlığın karanlık dönemiydi; yapıların kötüleştiği, kalitelerinin bozulduğu bir dönemdi.
Türkiye'de ise bu dönemle birlikte İstanbul, özel sermayenin ve entelektüel yaşamın güçlendiği bir yer oldu. Ankara ise üniversite şehri olmasının avantajıyla hep iyi mimarlar yetiştirse de kabuğunu değiştiremedi, tutuculuktan kurtulamadı. Mimarlıkta en heyecan verici olan projeler pilot projelerdir, ama Ankara'da pilot proje yapacak / yaptıracak cesarette kimse az. O cesareti gösterenler daha çok İstanbul'da. Çünkü reklam sektörü de burada. Artık tasarımcılar da İstanbul'da. Dolayısıyla Ankaralı sermaye de Eskişehirli sermaye de Bursalı sermaye de İstanbul'a geliyor.
Bir mimar olarak Türkiye'nin koşullarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Avrupa'da az, Türkiye'de ise çok bina yapılıyor. Türkiye'deki mimarlık biraz cengaverlik gerektiriyor aslında. Türkiye'de yapı kültürü yok olmuş. Her yerde kötü bir çevre var. Biz ise bunlara çoktan alışmışız ve bunları normal sayıyoruz. Böyle bir gerçekliğin içinde yapılarımızı yapıyoruz ve dolayısıyla adımlarımız hep kısıtlı oluyor. Yani Türkiye'de merdiven inmiyoruz, merdiven çıkıyoruz. Bu olumlu bir gelişme olarak görülebilir.
Avrupa'daki mimarlar ise bambaşka senaryoların içinde çalışıyorlar.
Mimarlığın geleceğini nasıl görüyorsunuz?
1980'lerde Türkiye'de iç mimar yok denecek kadar azdı ama şu anda iç mimar olmadan mağaza yapılmıyor neredeyse. Yani iç mekan algımız nasıl değiştiyse mimari anlayışımız da değişecek. Mimarlıkta bir yükselme döneminin olduğunu düşünüyorum. Artık mimarların önemi artmaya başladı.
Mimarlık tek başına yükselmiyor tabi. İnşaat sektörü yükseliyor, mimarlık yayınları yükseliyor vs. Bu yükselişin devam etmesi de ancak herkesin kendi konusunda iyi bir şey yapmasıyla mümkün.
Artık mimarlığın öldüğünü, yaratacak hiçbir şeyin kalmadığını söyleyen meslektaşlarıma katılmıyorum. Yaratacak şeylerin sınırı yok çünkü. Workshoplarda görüyorum, birinci sınıf öğrencisi ama dünyada hiçbir mimarın yapmadığı ufacık bir şey yapıveriyor. Her zaman değişken ve bilinmez bir durum var ve mimarlığın cazip tarafı da bu zaten.
Ama hala bazı projelerde mimarın projenin ana unsuru olduğu unutuluyor ve projelerde mimarların ismi geçmiyor...
Bence kimse mimarın ismi için ev almasın. "Boran Ekinci'nin yapısı" diyerek kimse benim yapımı almasın, evi sevdiyse alsın. Çünkü ben, mal sahibinin insanlara daha kolay satabileceği, kentsel çevreye daha duyarlı bir ev yapmaya çalışıyorum. İşveren benim patronumsa satın alanlar da işverenin patronudur ve onlara yapıyı beğendirmek durumunda. Bunun için de benimle çalışıyor. Tamamen rasyonel bir işleyiş aslında bu. Bu yüzden mimarın adının geçmesi çok önemli değil, önemli olan iş veren kesiminin mimarı bilmesi. Çünkü aslında mimarlık mesleği sermayeye çalışır. Çünkü yapıyı yapma gücü sermaye sahibinin elinde. Bu noktada da sermaye sahibinin bilinçlenmesi daha önemli.
Gördüğüm en açık yürekli mimarlardan birisiniz...
Yani "ben en iyi mimarım", " en iyi ben çizerim" demenin anlamı yok. Hepimiz mesleğimizi seviyoruz. Benzer çizgide olan 5-10 büroyuz ve hep birbirimizle yarışıyoruz projelerde. Bir yarışmayı o kazanıyor bir yarışmayı ben kazanıyorum. Bir yarışma için gerçekten onun projesi daha iyi oluyor, öteki yarışma için de benim projem daha iyi oluyor. Fikri yakalayan projeyi alıyor.
Herkes beni çok inatçı biri olarak tanımlar. Mimarlık yapmamın en büyük nedeni de inatçı bir yapıya sahip olmam. İnat ediyorum istediğim, doğru bildiğim şeyleri yapmakta. Dünyayı kurtaramam ama bir şeyi iyi yapabilirsem ne ala.
Peki, mimarlıkla ilgili gelecekte ne yapmak istersiniz?
İlk gençlik yıllarımda hayalim hem eğitim veren hem de üretim yapan, dünyadaki yapı kültürünü yükseltmek amacıyla bir üniversite kurmaktı. Burada iyi mimarlar yetişecek ve iyi binalar yapacaklardı. Şimdi bu hayali gerçekleştiremeyeceğimi biliyorum. Bunun için enerjim de yok zaten. Ama belki böyle bir projenin parçası olabilirim.
Geçmişe baktığınızda kendinizi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Pek çok iyi şey yaptığım gibi pek çok kötü şey de yapmışım. Hangisi Boran Ekinci diye sorarsanız, ikisi de benim...