Cengiz Bey siz genellikle restorasyon işleri yapan bir mimarsınız. Çengelhan'dan başka Darphane-i Amire, Sarıca Kilise gibi öne çıkan projelerde imzanız var. Sizce genel olarak restorasyon, eskinin olduğu gibi korunarak bugüne taşınması mı demektir, yoksa mimarın kişisel yetenekleri de önemli midir?
Aslında ikisi de geçerli. Bir kere tarihi yapılar çok önemlidir. Çünkü bulundukları coğrafyanın kültürünü yansıtan, insan yapısı en önemli unsurların başında gelirler. Yani kültürel mirasın en önemli unsurları... Dolayısıyla, yığınla tarihi bilgiyi de içerirler. Eskiden nasıl yaşanıyordu? Hayvanlara nasıl bakılıyordu? Nasıl üretim yapılıyordu? Bütün bunların izleri bu eski mekanlarda bulunuyor. Tarihi yapılar, sadece kültür tarihi açısından da değil, mesleki açıdan vurgulamalıyım ki, mimarlık tarihi açısından da önemlidirler. Onlarda öğrenilecek çok şey var. Benim kişisel görüşüme göre, çok da ilginçler ayrıca. Belediyelerin kısıtlayıcı, yeknesak imar kurallarından, mimari eğitimin yetersizliğinden, mimarlık camiasındakilerin kopya çekmesinden, görgüsüzlükten, alışılagelenin sorgulanmaması geleneğinden, bu memlekette o kadar kötü bir mimari yaygın ki… Bu nedenle, tarihi yapılar, çevre içinde farklı olarak öne çıkıyorlar. Bakın, her biri ayrı bir mücevher gibi... Bu bakımdan eski bir yapının, mekanın değerleriyle korunması, özelliklerinin yaşatılması çok önemli. Burada mimarın rolü, tüm bunları sağlamaktır: Bir koruma mimarı, tarihi eserlerin korunması gereğinin bilincindedir ve bunu sürdürmekten yanadır.
Diğer taraftan, tartışmanın içine tasarım boyutunu da katarsak; sıfırdan bir bina yaparken saf yaratıcılığın önde olduğu söylenebilir. Güzel de, memleketimizde mimari ve şehircilik açılarından ne kadar yetenekli olduğumuz da ortada! Ancak eski yapılarda, biraz içlerine girip ayrıntılarına indiğinizde, tarih boyunca sayısız insanın buluşlarının, yaratıcılıklarının üst üste gelerek neleri geliştirdiğini anlarsınız. Ayrıca, tarihi bir yapıya yeni, farklı bir işlev verilirken ya da detaylarda izlediğimiz eski yapım tekniklerinin çağdaş teknolojiyle bütünleşmesi söz konusu olduğunda mimarın yetenekli, yaratıcı olması gerektiğini görürüz. Bir de çoğu zaman eski yapılara yeni ekler yapıldığında... Dünyada bunun çok iyi örnekleri var, bilirsiniz. Sadece içinde bulunduğumuz zamanı kastetmiyorum; tarih boyunca da... Sonuç olarak, tarihi yapılara, dokulara ilişkin projelerle, uygulamalarla meşgul olan mimarların çözümleyici yetenekleri oldukça önemlidir diyorum.
Sizin restorasyon ilkeleriniz neler?
"Bunlar benim şahsi restorasyon ilkelerimdir" diye bir şey söylemek çok cüretkâr olur. Ama ‘benimsediğim ilkeler' dersek, bunlar kuşkusuz ki, uluslararası anlaşmalarla kabul edilen koruma ilkeleridir. Koruma bilimi ve sanatında uzun yıllar içinde, çeşitli kurumlar ve çeşitli bilim ve kültür insanları tarafından geliştirilip ortaya konulan, gerçek görgüye ve deneyime dayanan birçok ilke var. UNESCO ve World Heritage Center, ICOMOS, ICOM, Europa Nostra, vs, bunların başını çekiyor, malum...
Daha geniş perspektife oturtarak ‘restorasyon' değil de, ‘koruma (conservation / preservation)' dersek; yapı ölçeğinden tutun da, kentsel korumaya; objenin korunmasından, soyut ve somut kültürel miras konularına kadar birçok alanda bir yığın ilke ve tavsiye geliştirilmiş durumda. Tabii bunların bilinmesi, takip edilmesi lazım. En önde gelen ilkelerden bir tanesi, ‘soyut ve somut, özgün değerlerin korunması ve yaşatılması'dır elbette. Somut değerlere örnek olarak, bir yapı taşının yüzeyinin zaman içinde aşınmışlığının getirdiği belirli izleri, bir patinayı taşıyor olmasını verebiliriz. Yapı taşı bazında soyut değerlere ilginç bir örnek olarak da, bir taş ustasının yonttuğu taşlarla örülü duvarın bir köşesine usulca, mütevazı bir şekilden ibaret olan imzasını kazıma geleneğini sayabiliriz. Bu, ‘geçmişin izlerinin, bilgisinin muhafaza edilmesi' kavramı, belki de korumaya ilişkin en başta gelen ilkedir.
Bu ilkelere uymadığı zaman mimara herhangi bir yaptırım uygulanıyor mu?
Laf aramızda, tek başına mimara güvenemezsiniz! Çünkü ‘mimar' var, ‘mimar' var… Bu işlerle, koruma alanında iyi eğitim almış veya deneyimli, ustalaşmış mimarların uğraşması gerekiyor. Fakat faal olarak koruma dalında çalışan mimarların sayısı memleketimizde çok az. Bunu bırakın, nitelikli iş yapanları da iyice az. Koruma veya onarım her şeyden önce nitelikli bilgi, yüksek görgü ve ince beğeni ister. Ayrıca koruma bilimi çok disiplinlerarası bir alandır. Merkezi konumda olmasına rağmen, yegâne aktör sadece mimar da değil. Mesela, ‘malzeme koruma' dediğiniz zaman konservatörlerin ya da ‘soyut kültürel mirasın korunması' ile ilgili olarak sosyal antropologların devrede olması gerektiği gibi... Kentsel ölçekte de, tarihi dokuların basmakalıp imar kurallarıyla korunamayacağını kavrayan şehir plancıları gerekiyor. Bir restorasyon projesinde, eski yapım tekniklerini bilen inşaat mühendisleriyle çalışılmalı. Bütün bunları düşünürsek, dediğim gibi, iş sadece mimara kalmıyor. Bu şekilde, birçok uzmandan oluşan bir ekibin çalışmasıyla doğru koruma projeleri yapılabilir. Koruma mimarı, kuşkusuz lider pozisyonundadır. Ama farklı disiplinlerden kurulu bir ekibin kontrolünde projelendirme veya uygulama yapılması gerektiğini tekrar vurgulamak zorundayım.
Bir de projenin yetkili kurumlar tarafından onaylanması lazım. Yeni bir yapı yaparken işverene, meslek odasına, belediyeye karşı sorumlusunuz. Ama bir kültür varlığını restore etmeye kalktığınız zaman halkların tarihine karşı da sorumlusunuz. Dolayısıyla bunun, gerçekten etkili olarak izlenmesi, denetlenmesi gerekiyor. Bunun için de Türkiye'de ve dünyada bir takım mekanizmalar var. Örneğin, Türkiye'de koruma kurulları bu konuda görevlidir. Koruma Kurulları, Kültür Bakanlığı'nın bünyesindeler, fakat göreceli olarak bakanlık dışı, özerk durumdalar. Kurullar iki kademede örgütlenmiş durumda; bir tarafı kurul müdürlüğü diğeri kurul üyeleri. Kurul üyeleri ve kurul bağımsızdır. Resmi otoriteden bağımsız çalışırlar. Fakat kurul müdürlüğü idari bir yapıdır ve bakanlığa bağlı olarak çalışır. Kararlar kurul üyelerince alınır. Tarihi yapılarla uğraşıyorsanız, kurul üyelerine projelerinizi sunmak zorundasınız. Bir de Yüksek Kurul var. Yüksek Kurul ilke kararlarını belirliyor. Mesela arkeolojik alanlarda ağaçlandırma yapılır mı yapılmaz mı; sit sınırları neye göre belirlenir gibi… Yüksek Kurul, ilkeleri ve politikaları saptayan organdır. Bölge Kurulları da idari uygulamaları yapar. Dolayısıyla iki kademede düzenleme ve kontrol yapılır diyebiliriz.
Bu noktada basının rolü çok önemli. Yanlış, doğru yapılanları, basın mensuplarının izlemesi, kurcalaması; bunların yayımlanıyor olması çok önemli. Çünkü Türkiye'de halk bazında bir koruma bilinci oluşmuş değil henüz. Dolayısıyla, basının işlevi sade vatandaşların bilinçlenmesi açısından çok önemli. Yani, basın da kendi başına bir kontrol mekanizması.
Diğer taraftan, zayıf da olsa, kamunun, koruma ile ilgili olanlar üzerinden bir kontrolü var kuşkusuz... Örneğin, akademik çevre bu konuda çok hassastır. Gerçi, fiilen ne kadar gücü olduğu tartışılır, zira Türkiye'de karar vericilerin bilimsel ve teknik dünyadan gelen seslere kulakları tıkalıdır genelde. Ama bu işin bilimini yapanların tepki göstermeleri çok önemli. Ben özellikle bundan çekinirim, mesela. Bir yığın öğretim üyesi arkadaşım var. Bir projeyle uğraşırken, ne derler diye hep kendi kendime sorgularım. Gider, özel olarak görüşlerini alırım veya danışmanlık yapmalarını isterim; önerilerine açığımdır, fikirlerine, bilgilerine değer veririm. Ayrıca, danışmanlarla çalışmak da bir mimar için bir tür kontrol mekanizması kurmak demektir ve az önce bahsettiğim gibi, interdisiplinerlik açısından doğru bir karardır. Yurt dışında ise uyulması gereken çok katı mevzuatlar var gerçekten. Ama orada zaten bilinçli olarak, gönüllü olarak koruma ilkelerine uyuyor insanlar. İşler kolay yani...
Türkiye'de korumayla ilgili bir mevzuat var ve son birkaç yıl içinde de oldukça geliştirildi. Bazı kanun ve yönetmelikler çıkarıldı. Ayrıca maddi kaynak sağlamak üzere bazı mekanizmalar da kuruldu. Belediyelerin emlak vergi gelirlerinin yüzde 10'u valilikler tarafından kontrol edilmek şartıyla, kültürel mirasın korunmasına harcanıyor. Hibe yardımları ve TOKİ'nin kredilendirme uygulaması var. Böyle bazı mekanizmalar, kolaylıklar çıkarıldı. Fakat bunlarla birlikte ortaya muazzam bir restorasyon furyası çıktı ki, çok eleştirilen tahripkar uygulamalar da görülmeye başlandı. Bu nedenle herkesin, özellikle de basının gözünü dört açması lazım.
Koruma konusu Türkiye'de son günlerde daha fazla gündeme geldi ve tartışılmaya başlandı. Doğru restorasyon yapmak için yukarıda saydıklarınızın dışında nelere dikkat etmek gerekiyor?
Bir kere doğru restorasyon veya koruma yapılabilmesi için bilimsel açıdan çok dikkatli olmak gerekiyor. Yeterli bilimsel destek alınmadan veya yanlış bilimsel destek alınarak alelacele yapılan onarımlar, bugüne kadar Türkiye'nin başını ağrıttı. Halbuki, gerek akademik açıdan gerekse profesyonel çevrede memleketimizde bu konuda doğru dürüst yetişmiş kadrolar var. Ama dediğim gibi, karar vericilerin veya para koyucuların onları dinlemesi, gerçekten dinlemesi gerekiyor.
Birçok medeniyetin yaşadığı bu topraklarda elinizi nereye atsanız tarihi esere çarpar haldeyiz. Ama bir de eskiye özenen yeni yapılar var. Aklıma gelen ilk örnek olduğu için veriyorum, mesela Osmanlı Konakları… Bu eskiye öykünen yeni yapılar bana çok ‘kitch' görünüyor. Aslında, yapı zamanını da üzerinde taşır. Sonuçta, beş yüz sene öncesinin yapı örneğini günümüzde yeniden inşa etmek sizce ne kadar doğru?
Bu benim de kafamı çok kurcalayan bir nokta. Eğer, meseleye söylediğiniz gibi bakarsak ben de rahatsız oluyorum, doğru. Ortada olmayan bir yapıyı minyatürlerden, eski gravürlerden, yani yetersiz belgelerden yararlanarak yeniden yapıyorsunuz. Hatta, daha da kötüsünü de ben söyleyeyim; cephesi eski bir örnekten kopya yapının içini betonarme, dışını kaplama yapıyorsunuz. Bu burada biblo gibi sırıtırken, diğer tarafta da tarihten bugüne zar zor dayanıp gelmiş bir yapı, yıkık, dökük olsa bile, o haliyle dahi eski görmüş geçirmişliğiyle tüm asaletini taşıyarak önümüzde duruyor. Böyle bir örnekte birinci replika hakikaten anlamsız kalıyor. Bir de kötü yapıldıysa, gerçekten dediğiniz gibi, ‘kitch' oluyor.
Ama bir de şöyle düşünelim: Kent ölçeğinde, süreç içinde inşa edilmiş yapılar olduğunu varsayalım. Bu genel dokuyu bozmamak adına, yöresel teknikle ve malzemeyle, yöresel formda ve boyutta yeni binaların yapılması da niye ters olsun? Çünkü orada da bütünlüğü ve sürekliliği gözetiyorsunuz. Size bir taraftan katılıyorum, ama diğer taraftan bunu da göz ardı edemeyeceğinizi söylemek isterim. Ben adam gibi yapıldığı takdirde, eski teknolojinin, eski biçimlerin sürdürülmesine karşı değilim. Ama kuru kuru bir taklide tabii ki karşıyım.
Biraz magazin sorusu gibi olacak ama, sizin Türkiye'de mutlaka restore etmek istediğiniz bir yapı var mı?
O kadar çok yapı var ki, açıkçası bayıldığım... Ama beni daha çok çeken, tek yapıdan ziyade daha büyük ölçekte projeler. Mesela, bir külliye veya eski bir kent dokusu, vs gibi… Açık ve kapalı mekanlarıyla, müzeleşmiş bir alanın düzenlenmesi, projelendirilmesi, bunlar beni daha çok çekiyor. Böyle birçok konu, alan var ülkemizde.