Tasarımın asıl hedef olduğu düsturundan yola çıktığınıza göre, ekip arkadaşlarınızı hangi kriterlere göre seçtiniz?
EÇ: Bilgi düzeyine bakmadım hiç… Kafasında tabular olmayacak insanlar seçmeye çalıştım. Yeni bir şey deneme cesaretini gösterebilecek tasarımcıları bulmaya gayret ettim ki bu çok zor bir şey. Herkes gelip "Ben tasarım yapmak istiyorum" der, ama bu oldukça zor bir şey. On beş kişi içerisinde sizin öneriniz beğenilmediğinde o akşam hissettikleriniz kolay değil ya da birinin gelip, işiniz hakkında "Bu, aslında şuna benziyor" demesi… Bunları ben de yaşadım. "Hayır, ben ona bakmadım" deseniz de, sizden önce birileri bunu düşünmüş oluyor. İşte, tam olarak bu zorluğa alışabilecek, uyum gösterebilecek, pratik zekalı, dünya görüşü ve vizyonu açık insanlar seçmeye çalıştım.
Tercih ettiğiniz okullar, ekoller var mıydı? Ya da bir yaş aralığı?
EÇ: Genç insanları tercih ettiğimi söyleyebilirim.
Bu noktada tecrübeli olmaları ne kadar önemliydi?
EÇ: Hiç değildi; hatta aksine tecrübesiz olmaları daha iyiydi benim için. Çünkü tecrübeli insanlar, eski alışkanlıklarını bırakamayabilirler. Siz, 10 – 15 senelik bir deneyime sahipseniz, o güne kadar yürüttüğünüz yöntemleri bırakıp yepyeni bir şeye başlamakta zorlanırsınız. Mesela bizde bir ofis şefi yok. Burada, en alt noktadaki insanın söylediği şey de yapılabilir.
Sizin genel müdür olarak vasfınız, ofis şefinin oturduğu yeri doldurmak değil midir?
EÇ: Değil.
Peki nedir o zaman?
EÇ: Ben aslında, tüm ofisi tasarım yapmak yönünde cesaretlendiren kişiyim. Onları destekliyorum ya da eleştirilerimi sunuyorum. Kendi tasarımlarımı da ortaya koyuyorum. Ama daha çok tasarım yeteneklerinin gelişmesi için önlerini açıyorum. Karşılarında herhangi bir engel hissetmemeleri, mümkün olduğunca özgür olabilmeleri için uğraşıyorum. Haliyle de müşteri ya da idare ile ilgili hiçbir sıkıntıyı onlara aksettirmemeye çalışıyorum.
Dolayısıyla müşteriler ile ilişkileri yalnızca siz mi yürütüyorsunuz?
EÇ: İlk aşamada ben yürütüyorum. İlerleyen safhalarda ise her projenin kendi özgün yürütücüsü konuyu alıyor.
Peki, ekibinizin önünü açmak ve onları cesaretlendirmekten bahsettiğiniz için, TOCA içerisinde bir tür "mentor" veya hatta "koç" görevini üstlendiğiniz söylenebilir mi?
EÇ: Evet. Farklı kimliklere bürünüyorum. Örneğin Azerbaycan'daki ilk yapımızda betonarme iskelet sistemi ile 16 metrelik bir açıklık geçtik. Bunun olabileceğini birisinin söylemesi gerekiyor. Çünkü bize, betonarme ile 8 metrenin üstündeki açıklıkların geçilemeyeceği öğretilir. Ama bu mümkün ve belli teknikleri var. Ya da bir stadyum yapısında, ticaret ve diğer işlevlerin ortak noktalarda birleştirilebileceğini, bunun işletme bağlantılı olarak düşünülmesi gerektiğini anlatıyorum. Ya da tohum tesisinde farklı bir üretim işleyişi önerebiliyorum. Dünyadaki tüm tohum fabrikalarında işleyiş dikeydir. Mal yukarıdan verilir, işlemlerden geçerek aşağıya doğru ilerler. Ben ise ekibe, bu kurgunun yatay da olabileceğini, tüm tesisin bir makine gibi tasarlanabileceğini söylüyorum. "16 metre genişliğinde kapı yapılamaz" deniliyor; "Hayır, yapılır" diyorum. Dolayısıyla iş ve işleyiş süreçlerine dair genel geçer kalıpları yıkmaya çalışıyorum.
TOCA'dan önce on küsur seneyi kapsayan farklı iş alanlarındaki tecrübelerinizi, şu anki pozisyonunuza aktarıyorsunuz sanırım…
EÇ: Aktarıyorum. Bir yandan da tüm hayat tecrübemi paylaşıyorum. Biz tüm ekip çok yakınızdır birbirimize. Ekip, sadece belli saatler arasında gördüğüm kişilerden oluşmuyor. Onları hayatıma girmiş çok değerli insanlar olarak görürüm ben. Hepsinden birşeyler öğrenirim. Mesela bizim burada bir müzik grubumuz var! Grafik tasarım ile uğraşan, birbirini çizen arkadaşlar var. Fotoğrafçılık ile uğraşan bir arkadaşımız var; sergisi oluyor, ona gidiyoruz ya da radyoda program yapan arkadaşımız var. Ekibimizin sosyal faaliyetlerini de destekliyoruz. Öyle de olması gerekir! Ekibimiz dört-dörtlük, dolu dolu yaşayan insanlardan meydana gelmeli. Zaten ancak onlar iyi işler ortaya koyabilir diye düşünüyoruz.