Hem yıprandığınızı söylüyorsunuz hem de eğitim dünyasından kendinizi alamıyorsunuz. Çelişkili bir durum söz konusu diyebilir miyiz?
Aynen öyle, yapacağım işi tam yapmak istiyorum. Çok iyi mimar olabilirsiniz ama çok iyi hoca olamayabilirsiniz ya da tam tersi. Eğer ikisinin bir sentezini bulursanız o zaman tadından yenmez. Aynı zamanda iyi bir mimar ve iyi bir hoca olmak için hem deneyiminiz hem tasarım gücünüz olmalı, hem de öğrencinin beyninin içine girebilmelisiniz. O ne düşünüyor? Dünyasında neler var? Hangi çıkmazları var? Yoksa "böyle olmamış, sen şunu şöyle çiz gel" demekle hocalık olmuyor.
Bu örnekleri ne üzerinden aktarıyorsunuz?
Süreli yayınlar, kitaplar, görseller ve internet üzerinden. Şimdi durum daha da kolaylaştı. "Şunları indir, incele, onun üzerinden konuşalım" diyorsunuz. Birtakım şeyleri birebir gördüğü zaman aranızdaki iletişim daha da kolaylaşıyor. Kendi dünyanızı daha iyi aktarabiliyorsunuz.
Almanya'da da eğitim alanında tecrübeniz olmuş muydu?
Evet, Almanya'ya gitmemi sağlayan Prof. Gutbrod sayesinde Stuttgart Teknik Üniversitesi ile ilişkilerim çok iyiydi. Oradaki arkadaşlarla sürekli irtibat halindeydik. Bütün öğrenci jürilerine beni de çağırırlardı ve projeleri tartışma fırsatımız olurdu. Çok sayıda öğretim görevlisi arkadaşım vardı. Akademik ilişkilerimi böylece hep sıcak tuttum. Üniversitede ders verme pratiğim de orada başladı diyebilirim.
Belli kısıtlamalardan dolayı büroyu genişletmeyi düşünmüyorsunuz, ama her şeyi kendiniz üstlenmek istediğiniz için de yoğun bir iş yükünüz var. Buna rağmen üniversitede ders vermekten vazgeçmiyorsunuz. Bu da mı sizde yarışma gibi bir tutkuya dönüştü? Bazı şeylerden ödün vermeyip onu da sürdürdüğünüz için soruyorum.
Dertlerimi ne güzel anlattınız. Belki bu konuşmamızda derdime çare arayabiliriz (gülüyor). Uzun yıllar YTÜ'de atölye derslerine katıldım. Daha sonra Maltepe Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olarak çalıştım. Hocalık çok yorucu olmasına rağmen çok keyif verici bir uğraş. Genç arkadaşlarınızın olması genç kalmanızı sağlıyor. Akranlarınızdan ziyade gençlerle oturup kalkmaya başlıyorsunuz. Yeni dinamikleri birlikte takip edebiliyorsunuz.
Üniversitelerin geldiği durum maalesef içler acısı. Deneyimli bir öğretim kadrosu olmadan, ileriye dönük birtakım planlamalar yapılmadan onlarca üniversitenin açılması, mimarlık fakültelerini niteliksizleştirdiği gibi, oradan yetişecek öğrenciden de umudunuzu kaybediyorsunuz. Ben de karınca kararınca, "yangından kaç kişi kurtarsam kârdır" diyip üniversitelerde hocalığımı sürdürüyorum. Aslında bir yandan, bu yoğun ve yorucu çalışma temposunda iki günümü üniversiteye ayıracağıma o enerjiyi kendi büroma harcasam daha fazla iş ortaya çıkar diyorsunuz. Diğer taraftan da, "Devlet bana tüm bu imkânları sağlamış, ben de bunu bir şekilde geri ödemeliyim" düşüncesi ağır basıyor.
Dışarıdan ders verdiğim için, ara verme hakkımı kullanabiliyorum. Beni zorlayan bir kıskaç yok, durumuma göre hangi dönem ders vereceğimi ayarlayabiliyorum. Bu açıdan bakıldığında iyi. Tabi bu, konuyu ne kadar ciddiye aldığınıza bağlı. Haftada iki gün derse gidiyorsam, diğer üç gün de öğrenciler büroma geliyor. Bazen ders vermediğim öğrenciler bile "Hocam, arsamı nereden alayım?" diye e-mail yolluyor ya da projesini gönderip değerlendirmemi istiyor. Sizi kendisine çok yakın hissediyor.