Londra, İstanbul ve Kıbrıs lokasyonlarında yaşayan ve üretim yapan SKA kurucusu Saffet Kaya Bekiroğlu Çat Kapı konuğumuz oldu.
Fotoğraf: ©M. Rueberg
Dünyanın birçok farklı bölgesinde çalışan Mimar Saffet Kaya Bekiroğlu ile, Taşkışla’da başladığı, Frank Gehry, Zaha Hadid gibi mimarların ofislerinde devam ettiği ve sonrasında ise 2017 yılında kurduğu kendi mimarlık pratiği SKA’ya uzanan yolculuğuna dair bir söyleşi gerçekleştirdik... Söyleşinin videosu YouTube sayfasından izlenebilir.
Nurullah Kaya: Londra, İstanbul ve Kıbrıs lokasyonlarından dünyanın birçok bölgesinde üretim yapan bir mimarlık pratiğiniz var. Covid dönemini nasıl geçirdiniz? Pandemi sonrasında değişen iş süreçlerine dair deneyimleriniz neler?
Saffet Kaya Bekiroğlu: Covid’ten dolayı dijitalleşmeyle herkes uzaktan çalışmaya karşı olan ön yargısını giderdi. Biz ofis olarak uluslararası projeler yaptığımız ve farklı yerlerde olduğumuz için dijital olarak sanal dünyada bu sisteme zaten adapteydik. Londradayken Amerika’daki ya da Azerbeycan’daki bir projeyle ilgili dosya alışverişlerimizi, toplantılarımızı zaten zaman farkından dolayı dijital sistemler üzerinden yapıyorduk. Bu sebeptan dolayı alışmadığımız bir durum olmadı ama bence herkesin alışması açısından daha güzel oldu. Böyle çok daha verimli bir çalışma formatı oldu.
Projeler neredeyse ben oradayım. Şuanda Kıbrıstayım. Pandemi sürecini geçirmek için en ideal yer herhalde Kıbrıs’tı. Çünkü hava güzel, toplu taşımalarda ve kentsel bir yoğunluk olmadığı için çok daha rahat bir şekilde geçirdik.
Önemli olan ofisin ve çalışanların ilişkisi. Tabii ilk başta tasarım aşamasında araziyi, rüzgarın yönünü, kentsel dokuyu ve oradaki yerleşimi gidip görüyorsunuz. Ama ondan sonra projeyi uzaktan bilgisayar ortamında gerçekleştirip, geliştirebiliyorsunuz. Uygulamaya geçince şantiye ziyaretleri gerekiyor, mimari gereksinim aşamalarında devamlı orada olmak lazım. Dijital yardım eden sistemlerle nerede olduğunuz önemli olmuyor ama mimarlık fiziksel bir yapı olduğu için gerçekleşirken gidip orada da bulunmak lazım.
COVID dönemi ve sonrası dünya buna adapte oldu ki bence daha iyi oldu, çünkü zaten bir toplantıya gitmek bir gün, gelmek bir gün alıyor ve yolda çok zaman kaybediliyordu. Bildiğiniz gibi bu carbon-footprint için de daha iyi oldu. Yolda geçirilecek zamanı stüdyoda ya da evde çalışarak geçirirsek daha üretici olacağımıza inanıyorum. Biz Covid zamanında çok farklı yerlerden çok farklı yerlerde projeler yaptık, gayet üretici geçirdik.
NK: Taşkışla’dan bu zamana kadar olan yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz?
SKB: Ürün tasarımcısı mı, mimar mı, yoksa sahne tasarımcısı mı bilemiyordum ama her zaman tasarımcı olmak istiyordum. Aslında istiyordum da demiyelim içimden gelendi, o tarafa doğru bir meraktı. Bence zaten yetenek denilen şey budur; insanın çaba göstermeden olan merakı, hevesidir. Ben Taşkışla’da mimarlık okudum. Aynı anda diğer paralel disiplinlere de bakmak çok önemli. Biz mimarlık yanısıra kentsel planlama, ürün ve sahne gibi farklı tasarımlarda yapıyoruz. Ölçek farkı yanısıra farklı bölgelerde işi ilginçleştiriyor.
İTÜ sonrası master için Amerika’ya gittim orada UCLA’de ileri tasarım masterı/yüksek yaptım. Burada iştecrübesi edinmek istedim ve ilk olarak Frank Gehry’nin ofisine girdim. Bilbao çalışmaları ve geliştirilmesi aşamaları devam ediyordu. Master eğitimim sırasında Morphosis’te Tom Mayne ile staj yaptım. Greg Lynn tez hocamdı. O zamanlar çok ilginçti çünkü ilk defa dijital tasarım mimariyegiriyordu. Yani Autocad 2 boyutta teknik cizim gibisadece üretim için vardı. Akışkan kıvrımlar bilgisayarlar ile daha 3 boyutlu daha vektörel (Euclidian geometri ӧtesi, compleks) tasarımlarla gelişmeye başlamıştı. Greg Lynn sayesinde bunlarla tanıştım. O zamanlar da Toy Story diye animasyon filmlerini Holywood çekiyordu, bu sebeplerden dolayı ilginç zamanlardı. Taşkışla’da aldığım eğitim tabii klasikti. Ama sonrasında aldığım eğitimle hem klasiği hem de dijitalleşmeyi görebildim. Bu da benim için çok ilginç oldu. Los Angeles’ta 5-6 yıl Frank Gehry’de çalıştıktan sonra Londra’da Zaha Hadid ile 11 sene çalıştım, tasarladım. 2016’dan itibaren de kendi stüdyomla devam ediyorum.
NK: İTÜ üzerine UCLA ve orada Morphosis (Tom Mayne), Greg Lynn gibi isimlerle çalışıp ardından Frank Gehry ile çalışmaya başlamanız yaratıcılığınıza ne ekledi? Frank Gehry gibi bir ismin altında Gehry gibi tasarlamak gerekiyor. Ardından uzun yıllar Zaha Hadid ile olan çalışma geliyor. Tasarımda marka olmuş bu özel isimlerle çalışmak bir tasarımcı için zor mu? Onlardan beslendiğinizi belki de biriktirdiklerinizi bir diğerine aktardınız mı? Abdi Güzer ile olan röportajınızda takip ettiğiniz bazı mimarlık pratiklerinden bahsediyorsunuz. SANAA / Japon Minimalizmi, Oscar Neimeier / Torapikal Modernizm olarak tanımlıyorsunuz. Kendi mimarlık pratiğinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
SKB: Markalaşmış dediğiniz isimleri, karakterleri ben tanıdığımda bazıları daha markalaşmamışlardı. İlginç işler yapıyorlardı, mimarlıkta (discourse’da) farklı bir bakış açısı gösteriyorlardı. O zaman Post Modern’e karşı Deconstructivist bir yaklaşım olmuştu. Mimarlıkta bir sürü karakter var. Demek istediğim bende merak uyandıran ve ilgimi çeken mimarlara konsantre oldum, mesela Aldo Rossi’de çok meşhurdu ama ilgimi çekmiyordu. Zaten benim, "İlk mimarlık mı, güzel sanatlar mı okusam?" diye soru işaretlerim vardı. O zamanlar Güzel Sanatlar imtihanı (mimarlıktan) daha sonra yapılıyordu ve yetenek sınavı ile kabul ediliyordunuz. Ben mimarlığı kazanınca, "Bir sene deneyeyim, olmazsa Güzel Sanatlar'a geçerim" demiştim. Mimarlıkta daima sanatsal olarak beni tatmin edecek açıya baktım. Taşkışla’dayken bu avant-garde mimarlar; Frank Gehry, Zaha Hadid, Coop Himmelb(l)au ilginç işler yapıyorlardı ve “kült” isimler olarak biliniyorlardı ama çoğunluk (mainstreamde) popülerlikleri yoktu. Bu isimlerin bende uyandırdığı mimarlığı komünike yapan bu kültürel taraflarının bende çok etkisi oldu ve otomatik olarak o tarafa doğru yöneldim. Ben Frank Gehry’ye girdiğimde daha Bilbao bitmemişti ya da Zaha Hadid’e başvurduğumda daha binası yoktu, Pritzker almamıştı. Demek istediğim 92-93’te ben Taşkışla’da düzenlenen dersler sayesinde bu karakterlerle karşılaştım.
Kendi mimarlık pratiğime gelirsek; şeffaflık, hafiflik, akışkanlık ile ilgileniyorum. Yaptığım projeler birbirinden çok farklı, birbirine benzemiyor ama kendi içerisinde tutarlı olarak “hareket” ile ilgileniyorum. Projelerimde binanın kendisi hareket etmiyor ama hareket ederken tecrübe ettiğimiz veya sanki binanın içinde hareket var gibi, bina hareket ediyormuş gibi... Binanın etrafında dönerken o hissi, canlılığı yaratıyorum gibi geliyor bana. Her zaman mimariyi tecrübe ederken, "Göz seviyesinde yürürken veya otururken veya arabayla yaklaşırken nasıl olurmuş? diye merak ettiğimden, tasarlarken de 3 boyutta daima bilgisayarlar yardımıyla onu önceden yaşamaya ve o tecrübeyi tasarlamaya çalışıyorum. Herhalde benim tarzımda bu hareket çok önemli. Bunun yanısıra daha “playful” eğlenceli olmaya çalışıyorum. Mimarinin biraz insanları yükseltmesine, biraz daha medeniyet ve mutluluk getirmesi gerektiğine inanıyorum. Mekanın size vereceği farklılığı kullanıcıya hissettirmek bence çok önemli.
NK: Projelerinize bakınca salt bir mekan ve hacim yaratmaktansa bir peyzaj yaratımı hissediliyor. 3 farklı merkezden (Londra/İstanbul/Kıbrıs) yürütülen dünyanın birçok yerinde mimari üretimleriniz var ve devam ediyor. Nasıl bir çalışma sisteminiz ve ekibiniz var? Projelerde iş bölümü nasıl?
SKB: Projelerimde mekan ve doğal ışığa çok önem veriyorum. Mimarinin kentsel dokusunun çevresi ile nasıl alaka kurduğu, nasıl bağlandığı benim için çok önemli. Her zaman derim; “mimarlar şehirci gibi düşünüp, şehirciler mimarlar gibi çalışırsa” bu akış özellikle metropolitan ve kentsel çevrelerde daha güzel sonuçlar verir. Bunun yanısıra Kaliforniya, Kıbrıs gibi Akdeniz ülkeleri dış ve iç mekanları daha çok sürekliliği, akışkan olan yerler olduğu için, bunların daha iyi çalışılması ve çevreyle birlikte düşünülmesi gerektiğine inanıyorum.
Ekibime gelince; geçmişte ve şu anda çok çalıştığım arkadaşlarım var. Bana tahammül edemeyen de var, devam eden de... Hepsi çok değer verdiğim arkadaşlar. Ekibimden iki arkadaş Frankfurt’ta çalışıyor, daha önce Londra’dan bir arkadaş ile çalışıyorduk, şu anda Kıbrıs’da da bir kişi var. Aslında yaptığımız projelerin nerede olduğuna göre değişiklik gösteriyoruz. Bazen projenin yerine göre oradaki yerel arkadaşlarla birleşiyoruz. Projenin hangi aşamada olduğuna da bağlı tabii. Mesela, konsept aşamasındaysa nerede olduğunuz önemli değil, çünkü gidip araziyi görüyorsunuz ama tüm projeyi dijital ortamda geliştiriyorsunuz. Bazen yerli mimarlar ile diyalog içindeyiz; belli imar sınırlamalarını almak için belirli aşamalarda ekibe dahil olabiliyorlar. Her şey devamlı değişiyor, bu sebeple ekip de hareket ediyor diyebilirim. Covid zamanı Los Angeles yarışmasını yaparken ben Kıbrıs’taydım, bir arkadaş Frankfurt’ta, biri İzmir’deydi. Bunun sebebi aslında sınırlamalar. Uzaktan çalışarak, online görüşmeler ile işleri hızlı bir şekilde dijital olarak yürütebiliyoruz. Ama iş uygulamaya gelince daha farklı etkenler oluyor; gidip arazide olup gözlem yapmamız lazım, yön vermeniz gerek.
NK: Maket ve bilgisayar ile üretim hakkında düşünceleriniz nelerdir?
SKB: Maket ve el çizimi (sketch) benim için çok önemli. Çünkü el ve göz arasında bir ilişki var. Beyne gitmeden, daha sezgisel, el çiziminde bir enerji var. Bilgisayarda bunu yakalamak zordur. Makete gelince; ben 90-94 arası Taşkışla İTÜ’de okurken bilgisayar çok kullanılmıyordu. Mürekkep Rapido kullanıyorduk, maket yapıyorduk 3 boyutu anlamak için, orantıları anlamak için. Bilgisayarda çok daha hızlı sonuçlar alabiliyoruz, fikirleri test edebiliyoruz ve daha az kişiyle doğru elemanlarla çok daha hızlı yol alıyoruz. Mesela, Frank Gehry farklı bir jenerasyon. O her şeyi maket olarak tasarlıyordu ve bir de ‘digitising’ yaparak bilgisayardan geliştirilmiş maketi, el maketi ile kıyaslıyorduk, "Enerjileri aynı oluyor mu?" diye. Bence bir makete baktığınızda daha fazla detay görüyorsunuz. Bina genel olarak elementlere ayrılıp (assemble) bir araya geldiğinden; bilgisayardan çıkmış gibi, bir fabrikasyon sonucu gibi... Maketten direkt inşaa etmiyorsunuz; sonuçta uygulama çizimlerinden, bilgisayardan çıkan tektonikleri bir araya getirdiğinizde bina ortaya çıkıyor. Bence ekonomik ve hızlı sonuçlara varmak gerekiyor. El çiziminin farklı bir dinamizmi var, genelde el ile çizip onu tarayıp bilgisayarda 3 boyutlu hale getiriyorum. Aslında süreç nasıl hızlı ilerlerse. Hangi medyumda olduğunuz önemli değil, artık asıl önemli olan; bir fikir var ve bunu en kısa zamanda "Çalışıyor mu?, Ne gibi kusurlar ve problemler var?" diye test etmek için en hızlı yol ne ise, o tercihimdir.
Covid zamanında, dijital yolla çok hızlı bir şey çizip yolluyorsun, arkadaş hemen üstüne bir şey çizip sana yolluyor ve daha canlı bir süreç oluyor. Bu parametrik modellerde canlı tutup, parametreleri değiştirince, proje de değişebiliyor. Bu sebepten, daha kompleks oluyor ve daha az iş yapıp daha çok ve etkili sonuç alabiliyorsunuz.