Yağmurlu ve soğuk bir kış gününün ardından odanın sıcaklığı birden yazın sıcaklığına dönüşüverdi. Nedensiz, "bir yaz olsa" diye geçti içimden. Ardından, işi gücü keyif yapmak olan çocuğun sesi duyuldu: "Nereye gitsek?"
Aynı coğrafyanın diğer yerleşim yerlerinden birine geliyoruz. Oradaki manzaraya da aşinayız. Kumburgaz, Silivri gibi İstanbul'un nadide yazlık muhitlerinin kopyası. Küçük ama kalabalık yapıların istilacı karıncalar gibi kıyılardan dağlara doğru tırmanışı, insana inanılmaz büyük ızdırap veriyor. Kıyıda, bu evlere kıyamayıp (!) dolgu yol yapılmış. Evlerin sahibi var, denizin yok! Eskiden olsa durup, söylene söylene fotoğrafını çekerdim. Hiç istifimi bozmuyorum.
Yıllar önce sazlıkların arasından zorlukla görünen, yalnızca paslı bir tabela iken şimdi Ege'nin İstanbul'u olma yolunda hızla ilerleyen eski bir yerleşime geliyoruz. Dizi dizi marketler, AVM'ler, dükkanlar, apartmanlar, siteler. Eskiyi beğenmeyip çöpe atmışlar ya da bir güzel düzeltip kullanmaya başlamışlar. Yol boyunca sıralanan elektrik direkleri, çamaşır ipi gibi sarkan kablolarıyla bu drama dram katıyor.
Fazla değil bundan 30 yıl öncesine kadar kıyı tarafında az sayıda yazlık, tepede ise dik bir patikadan ulaşılan eski bir Rum köyü vardı. Tamamen doğal taş kaplı, ağaç ve çalı karışımı doğal bir yeşille çevrili bu yol sizi, koca çınarların altına serpilmiş masaları olan bir dizi kahvenin çevrelediği meydana getiriyordu. Bu upuzun ağaçların altında insanlar ve masalar o kadar küçük kalıyordu ki, sıcak bir yaz günü serin ve koyu gölgesiyle sizi karşılayan bu meydan, gerçeküstü bir yerde olduğunuz hissine kapılmanıza yol açıyordu. Meydanın ardındaki tepeye tutunan evler yeşille çok dengeli bir doku oluşturuyordu. Doluluğu fazla yüzeylerde seyrek bir ritim içindeki kapaklı dikdörtgen pencereler, taş duvarlar, ahşap kutu çıkmalar, kiremit çatılar... Bu güzel köy şimdi kıyıdaki yeni yerleşmeyle birleşmiş. Köşeleri iyice yuvarlanmış doğal taşlarla kaplı yollarına kaldırım yapılmış, küp granit taş döşenerek bir güzelleştirme(!) çabasına girişilmiş. Gözlemeciler, yeni plastik sandalyeli kahveler ve uydurma eski yapılarla oteller eklenmiş. Aralardan, sahici yerel yapılar tüm güzellikleriyle, eski bir dostun yüzünün sıcaklığında bakmaya devam ediyorlar. Önceleri ağaç ve çalılıklı bir yeşilin arkasından görünen deniz ise artık kıyıdan köye doğru yükselen çanak antenli istilacı yapıların üzerinden beliriyor. Yazlıkçılar, turistler ve daimi sakinler akşamları o gözlemecilerde oturup bu manzaraya karşı gözleme yiyip çay içiyorlar.
Kıyıda ise zeytinlikler yazlık siteler tarafından işgal edilmeye devam ediyor. Ses tertibatlarıyla tam bir gürültü kaynağı olan "beach club" adlı tesislerden yayılan müzik, ruhumuza tecavüzden pekâlâ müebbet hapse mahkum edilebilir. Böylesi küçük ölçekli bir yerde kapalı AVM'ler inşa ediyorlar. Nedenini anlamak çok zor. Mimarlık yoluyla en sıcak havada bile serin mekanlar elde etmenin mümkün olduğunu biliyoruz. Üstelik o bölgelerde esen eşsiz rüzgar, bulduğu her boşlukta aynı şeyi söylüyor.
Biraz daha yol aldıktan sonra, gidip bir köy kahvesinde oturup keyif yapmak istiyoruz. Çanak antenli, demir filizli betonarme yapıların dizi dizi sıralandığı köylerin arasında köy arıyoruz. Sonra, büyük kentler, başka kıyılar geliyor aklımıza. Kıyıda ya da iç bölgelerde elimize geçirip de dört başı mamur imar edip geliştirdiğimiz bir yer var mı diye soruyoruz... Bir İtalyan hocamızın yaz tatilinde bütün Ege ve Akdeniz'i dolaşıp geri geldiğinde "Her yer Küçükbakkalköy" dediğini anımsıyorum. Bir de belediye başkanlarının büyük vizyonlar koyarak hedef gösterdiği yaldızlı projeler. Kıyıya geliyoruz. Tuvalet soruyoruz. Gösteriyorlar. Keşke bir "fast-food" lokanta olsaydı buralarda!
>>>>>