Yağmurlu ve soğuk bir kış gününün ardından odanın sıcaklığı birden yazın sıcaklığına dönüşüverdi. Nedensiz, "bir yaz olsa" diye geçti içimden. Ardından, işi gücü keyif yapmak olan çocuğun sesi duyuldu: "Nereye gitsek?"
Yukarıdaki resim, zeytin ağaçlarının gördüğü muameleyi gösteren karelerden oluşuyor. Kimisinin bulunduğu yere beton dökülmüş, etrafı otopark olarak kullanılıyor. Kimi yükseltilmiş zeminin içine gömülmüş. Hemen yanı başında yürütülen inşaat muharebesinde bazısı yaralanmış, bazısı ölmüş. Yaşlı bir zeytin ağacına dayanan hela taşı durumu özetliyor. Üzgün zeytin ağaçları diyarında insanlar mutluluk arıyor. Öyle bir kaçıyoruz ki birkaç yerleşime uğramadan geçiyoruz. Sonra ismi güzel eski bir yerleşime geliyoruz. Asfalt betonun ortasında kalmış antik kalıntı, büyük bir tevazu içinde eski birkaç taş parçası olduğunu söylüyor. Bir de billur kumsallı bir yer vardı. Oralarda yüzdüğümü hatırlıyorum. O tarafa yönleniyoruz. Kumsal duruyor da bir otel dikilmiş başına, ne ben sorayım ne siz söyleyin. Diken, elini esirgememiş.
Daha güneye iniyoruz. Yeni yollar yapılmış. Beyaz yapılara beyaz sayfa açmışlar. Beyazlık temizlik demek, toprak lekesi kalmamalı. 80'li yıllardaki turizm hamlesini hatırlıyorum. Bunaltan, rutubetli Antalya sıcağında, tatil köyü şantiyesinde limonata içiyorduk soğuk soğuk. Limon ağaçları inşaatların arasında kalmış, artık bu yapılarla yaşamak durumundalar. Yarı sökülmüş seraların mahsulleri orada burada. Biraz ilerideki mandalina ağaçları da aynı durumda. Yani sadece portakallar değil, limonlar da üzgün, mandalinalar da. Deniz o yıllardaki deniz değil, ama insan aynı insan...
Şimdi dönüş yolundayız. Zorunlu olmadıkça hiç bir yere uğramadan İstanbul'a dönüyoruz. Kente yaklaşırken mor-gri bulamaç tonlardan bir sis bulutu içinde İstanbul bizi karşılıyor. Tabelalardan olduğu kadar, bu egzozlu sisten de ona kavuştuğumuzu anlıyoruz. Burada yaşıyoruz. Onu sevdiğimizi söylüyoruz. Hani bir hikaye vardır, yazar tatili düşler, sonra yaşama olasılığı olan kötü şeyleri sıralar ve sonunda tatile çıkmaktan vazgeçer. Anlaşılan bu hikayede böyle bir kurgu zor gözüküyor.
Tatil yapılan yerlerle yaşanılan yerler arasındaki her türlü fark kapanıyor. Eskiden araba ya da otobüsle 6-8 saatte gidilen yerlere havaalanı yapılıyor. Asfalt geniş yollar da... Yapılar hazır zaten. Orada da toprağın üstü betonla kaplanıyor. Bu bir mimarlık faaliyeti sayılmaz. Türkiye'yi düşünün; daha ne kadar yapı yapılacak yüzey var, hiç el değmemiş?
Belki de en iyisi, bunları hiç düşünmeden palmiyeli bir gömlek bir de aynalı gözlük bulmak. Denize sıfır, balina ölüsü gibi devasa bir otelde yer ayırtıp, kulağımda müziğim, animatörün dayanılmaz şakalarına neşeyle katıldığım "her şey çok güzel - her şey dahil!" tatiline çıkarım. Düşüncesi bile tatilden soğutmaya yetiyor. Tatili önemsediğimden ya da özlediğimden değil... Filistinlilerin, işgal ve mülksüzleştirme sürecinde terk etmek durumunda kaldıkları zeytin ve portakal ağaçları ile kurdukları duygusal bağı okurken, aklıma bizim zeytin ve portakal ağaçlarımızın bulunduğu yerlerdeki dönüşüm geldi. Bu gelişmeler şu an bile tahammül edilemez gözükmesine rağmen, ulaşım ve kullanım kolaylığı geldiğinde, olanlar sadece birer ayak sesi olarak kalacak.
İnsanlar, ne olursa olsun, rutinlerinden sıyrılmak isteyip tatile çıkacaklar. Ya siz tatil için hangi hüzünlü diyarı seçip, içinde neşeli bir tatil geçirmeyi planlıyorsunuz?